ADALETİN ÖNEMİ

  ADALETİN ÖNEMİ Daha önce de işaret ettiğimiz üzere; adalet sıfatı, Allah Teala'nın kemalî, subitî ve ef'alî sıfatlarından biri olup, Allah Teala'nın sıfatları bölümünde ele alınması gerekir. Yüce Allah hayat, ilim, kudret, rahmet, şefkat, ebedi ve ezeli olmak ve benzeri diğer bir çok sıfatlarla beraber adalet sıfatına da sahiptir. O, mutlak kemal olduğu için, akla gelen bütün kemallerin layıkıyla O'nda bulunması gerekir. Fakat burada şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: "Peki, neden bu kadar sıfatların içerisinden sadece Allah'ın adalet sıfatına önem verilmiş ve usul-i dinden biri olarak tanıtılarak ayrıca bahis konusu edilmiştir?" Bu soruya, yani adaletin Caferi mezhebine göre usul-i dinde neden yer aldığı sorusuna cevap olarak, şu birkaç şeyi sebep olarak sayabiliriz: 1- Adaletin usul-i dinde yer almasının en önemli etkeni, insanın fiillerinde mecbur olduğu ve neticede Allah'ın adil olmadığı sonucunu doğuran, Ehl-i Sünnet'in Eş'arî grubunun; "Hüsn-ü Kubh-ü Akli" ilkesini inkar etmesidir. Onlar; aklın tek başına, bir şeyin veya bir işin iyi veya kötü, güzel veya çirkin olduğunu anlama gücüne sahip olmadığını ileri sürerek, aklın müstakil olarak iyilikle kötülüğü anlayabilme gücüne sahip olmadığını, kendi inançlarından bir ilke edinmişlerdir. Onlar; "bir şeyin iyi veya kötü olduğunu nereden anlayabiliriz?" sorusuna; "Bunu, ancak Allah'ın Resulullah aracılığıyla indirdiği emir ve vahiylerle anlayabiliriz" cevabını veriyorlar. "Resulullah (s.a.a)'in hayatta olmadığı zamanlarda ne yapmalıyız?" sorusuna ise, "Resulullah (s.a.a)'in sünnetinin koruyucuları olan Ebu Hureyre, Aişe, Muaviye, Semure, İbn-i Cündeb, Amr-ı Ass ve diğer Ashab-ı Kiram'a başvurmalıyız; onların iyi gördükleri kesinlikle iyi ve kötü gördükleri ise kötüdür, yoksa insanın aklı böyle bir şeyi asla anlayamaz" diye cevaplandırıyorlar. Dikkat edilmesi gereken diğer bir nokta da şudur ki, Eş'arîler, aklın iyilik ve güzelliği idrak ettiğini inkar etmekle kalmayıp, aslında hiçbir iyilik ve kötülüğün olmadığını, iyilik ve kötülüğün zaman ve mekana göre değişken olduğunu da iddia ediyorlar. Onlara göre, iyilik ve kötülük Allah'a bağlı olan bir şeydir. Allah bir işi güzel görürse, akıl onu kötü teşhis etse bile, o güzeldir. Bir işi de kötü görürse, akıl onu iyi görse bile, o kötüdür. Başka bir deyişle, alemde hiçbir iyilik ve kötülük yoktur; iyi Allah'ın yaptığı ve iyi dediğidir, kötü ise Allah'ın kötü saydığıdır. Aklın iyilik ve kötülüğü, güzellik ve çirkinliği idrak etme gücüne sahip olmadığını ve bu konularda tek merciin şeriatın açıklamaları olduğunu ileri süren Eş'arîler'e göre, bizler kendi aklımızla; "falan şey güzeldir, Allah da onu emretmelidir ve falan şey kötüdür, Allah da onu nehyetmelidir" demek hakkına sahip değiliz. Allah dilediğine hükmeder ve dilediğini yapar. Eğer Allah Teala bütün yaratıklarını cennete götürürse, bu aşırılık olmaz. Eğer yaratıklarının tamamını cehenneme de götürürse, bu zulüm sayılmaz. Eğer evliyalarını ve peygamberlerini cehenneme, şeytan ve düşmanlarını cennete götürürse de, bu zulüm sınıfına girmez. Zira o mutlak hüküm ve mülk sahibidir. Dilediğine hükmedip, dilediğini yapar. Bizim O'nun işlerini sorgulama hakkımız yoktur. O bizi sorgular. Eş'arîler şöyle diyorlar: "Bütün alemin mülkü Allah'a aittir. Her şeyin mâliki, hakimi ve ihtiyar sahibi O'dur. Maliki olduğu her şeye, dilediğini yapar. İstediğini mükafatlandırır, istediğini de cezalandırır. Hiç kimse O'nun yaptığına itiraz edemez. Neden ve niçin yaptığını da soramaz. Zira O'nu bir işe zorlayan, bir şeyden kaçındıran, davranışlarının nasıl olmasını belirleyen, kudretini sınırlandıran, varlığı O'ndan daha üstün olan bir varlık yoktur. Bunun için de yaptığı hiçbir şey kötü sayılmaz. Rahmet ve lütfü tamamen fazilet, ceza ve azabı ise, tamamen adalettir. Bütün zalimleri cennete ve bütün mü'minleri de cehenneme götürmesi adaletin ta kendisidir. O hiçbir şeyden sorulmaz, sadece bizler yaptığımızdan soruluruz. Bizler soruluruz zira, bizlere emreden, nehyeden, işlerimizi sınırlandıran, bir şey yapıp yapmayacağımızı belirleyen ve varlığı varlığımız üzerinde olan yüce Allah vardır. Bu yüzden de bizim işlerin bazısına iyiliğin, bazısına da kötülüğün nispet verilmesi doğrudur. Ama Allah'ın işlerine böyle nispetler vermek asla doğru değildir. Öyleyse, zulüm ve yalanın kötü olması Allah'ın kötü sayması içindir, yoksa onları da güzel hesaplasaydı, güzel olurlardı. Bir de, aklın tek başına iyilik ve kötülüğü idrak ettiğini ve Allah'ın da aklın belirlediği çerçevede hareket etmesi gerektiğini söylersek, Allah'ın irade ve kudretini sınırlandırmış ve Allah'a bir nevi görev tayin etmiş oluruz. Bu ise, yukarıda açıkladığımız ilkelerle ve Allah'ın "Dilediği her şeyi yapar" ayetiyle çelişmektedir. Öyleyse akıl, şeriatın hükmü olmaksızın, hiçbir şeyin iyi veya kötü olduğunu teşhis edemez ve bizler de kendi aklımıza dayanarak Allah'a vazife gösteremeyiz." Biz burada, "Hüsn-ü Kubh-ü Akli" konusunun iyice açıklığa kavuşmasının ve hak görüşün batıldan ayırt edilmesinin daha da kolaylaşması için aşağıdaki mevzuların, delilleriyle birlikte beyan edilmesinin yararlı olacağına inanıyoruz: 1- Hüsn-ü Kubh-ü Akli'nin içeriği 2- Ehl-i Beyt mektebinin Hüsn-ü Kubh-ü Akli'nin ispatı için ortaya koyduğu deliller. İşte bu iki konunun açıklığa kavuşmasıyla, Eş'arîler'in bu husustaki görüşlerinin hem akıl, hem de Kur'an-ı Kerim'in ayetleriyle çelişen yanlış bir görüş olduğu ortaya çıkacaktır: 1- Hüsn-ü Kubh-ü Akli'den maksat, aklın tek başına fiillerin iyilikle kötülüğünü idrak ederek, iyi veya kötü olduğuna hükmetmesidir. Yani işler kendi mahiyetleri itibariyle iyi ve kötü, çirkin ve güzel olmak üzere iki kısma ayrılıyorlar ve akıl, Allah'tan aldığı güç ile onları idrak edip, yüce Allah'ın kötü, çirkin ve beğenilmeyen işleri yapmaktan münezzeh olduğuna hükmediyor. Biz, aklın şeriattan yardım almaksızın, tek başına bir işin iyi veya kötü olduğunu ayırt etme gücüne sahip olduğuna, iyi ve güzel gördüğü işlerin yapılmasına, kötü ve çirkin gördüğü işlerden de kaçınılmasına hükmettiğine inanıyoruz. Bize göre, akıl ile şeriatın bu husustaki hükümleri aynı doğrultudadır. Buna göre şeriat, mutlaka aklın güzel gördüğü şeyleri emreder, kötü saydıklarından da nehyeder. Şeriatın hükmü asla aklın hükmüne ters düşmez. Yani, varlık alemindeki işlerin bazılarının zatî güzelliği, bazılarının ise zatî çirkinliği vardır. Örneğin, doğru konuşmak, başkalarına ihsanda bulunup iyilik etmek, toplumda sosyal adaleti uygulamak vb. güzel şeylerdir. Buna karşılık yalan konuşmak, başkalarına zulmetmek vb. ise, herkesin bildiği çirkin şeylerdir. Akıl, bunların iyilik ve kötülüklerini tek başına hiçbir kimseye dayanmadan anlamaktadır. Eğer bu hususta şeriattan bir emir veya nehiy gelirse, kesinlikle bu doğrultuda olacaktır. Alemde zatî iyilik ve kötülük, zati güzellik ve çirkinlik olduğu için, Allah Teala insanlardan, iyi ve güzel olan şeylerin yapılmasını, kötü ve çirkin olan şeylerin de terk edilmesini istemiştir. Yoksa; hiçbir şey Allah'ın emretmesiyle güzellik ve iyilik, nehyetmesiyle de kötülük ve çirkinlik kazanmaz. Aksine, gerçekte bazı kötü ve iyi işler olduğundan, Allah Teala onlardan iyi olanı yapmayı, kötü olandan ise, kaçınmayı farz kılmıştır. Zira O, sonsuz hikmet ve kemal sahibi olup, bütün çirkinliklerden de münezzehtir. Dolayısıyla da her zaman hem kendisi iyi ve güzel olanı yapar, hem de diğerlerini iyi ve güzel olana emreder. Zaten aklın hükmü de bundan gayri bir şey değildir. Aklın bir işin iyilik veya kötülüğünü anlaması ve Allah Teala'nın sadece iyilerin yapılmasını istediğine hükmetmesi, Allah'ın irade ve kudretini sınırlandırmak olmadığı gibi, "Allah dilediğini yapar" ayetiyle de hiçbir şekilde çelişmemektedir. Zira aklın bir hakikati idrak etmesi, o hakikati sınırlandırmak olmayıp, onu olduğu gibi kavramaktır. Aklın Allah Teala'nın sadece iyi ve güzel olanı yaptığını ve emrettiğini, kötü ve çirkin olanı ise yapmayıp, onlardan nehyettiğini idrak etmesi ve bu doğrultuda hüküm vermesi, Allah Teala'ya görev tayin etmek değildir. Onun kudretine getirilen bir sınırlandırma da sayılmamaktadır. Bu sadece bir gerçek olan Allah Teala'nın fiillerinin niteliğini idrak etmektir. Nasıl ki, Allah Teala'nın sıfatları hususunda aklın, Allah Teala'nın güzel sıfatlarla sıfatlandığına ve çirkin sıfatlardan münezzeh olduğuna hükmetmesi, Allah Teala'nın sıfatlarında bir sınırlandırma olmayıp, hakikati olduğu gibi anlayıp kavramak sayılıyor ise, bu konu da aynen öyledir. Böylece Eş'arîler, bu görüşleriyle aklın konumunu aşağı getirirken, Ehl-i Beyt İmamları akla gerçek önemini kazandırarak onu, bütün insanlarda bulunan Allah'ın batinî hüccet ve resulü olarak tanıtmaya çalışmışlardır. İmam Musa Kazım (a.s) ashabından Hişam İbn-i Hakem'e şöyle buyurmuştur: "Ey Hişam! Allah halka iki hüccet tayin etmiştir. Dış hüccet ve iç hüccet. Dış hüccet; resuller, peygamberler ve imamlar, iç hüccet ise, akıllardır." Hz. İmam Cafer Sadık (a.s)'da şöyle buyurmuştur: "Her işin başı, başlangıcı, gücü... akıldır. Allah onu kullarına ziynet ve nur kılmıştır. Halk, akılları ile Allah'ın yaratıcı, kendilerinin ise, yaratılmış olduğunu, her şeyi O'nun düzene soktuğunu, kendilerinin de O'nun tedbiri sayesinde yaşadıklarını ve O'nun bâkî (kalıcı), kendilerinin ise, fanî (gidici) olduklarını bilmekteler. Allah'ın yaratıkları olan göğü, yeri, güneşi, ayı, gece ve gündüzü görmekle, kendilerini ve bunları yaratan, ezelî, ebedi ve işlerini tedbir üzere yapan bir yaratıcının olduğuna inanmaktadır. Akıl ile iyiyi kötüden ayırt ediyorlar. Karanlığın cehalette, aydınlığın ise, ilimde olduğunu anlıyorlar. İşte bu, aklın onlara gösterdiği şeydir..." İşte bu nedenlerden dolayıdır ki, biz Ehl-i Beyt dostları, gerçekte bazı işlerin iyi, bazılarının da kötü olduğuna, aklın bunları şeriata dayanmaksızın idrak ettiğine, Allah Teala'nın da, ancak aklın onayladığı, zâtı itibarıyla iyi olan işleri yaptığına ve emrettiğine inanıyoruz. Hüsn-ü Kubh-ü Akli'yi İspat Eden Deliller Ehl-i Beyt dostları tarafından Hüsn-ü Kubh-ü Aklî'nin ispatı için getirilen delillerin bazılarını kısaca şöyle sıralayabiliriz: a) Hüsn-ü-Kubh-ün, akli değil de, şer'i olduğuna inanırsak, Allah'ın aklın iyi saydığını kötü, kötü saydığını da iyi kabul etmesinin caiz olduğunu da söyleyebiliriz. Öyleyse, Allah'ın başkalarına ihsanda bulunmayı kötü, zulmetmeyi de iyi kılmasında hiçbir mahzur kalmaz. Ama bunun batıl bir görüş olduğu herkesçe malumdur. Zira aklı başında olan her insanın vicdanı, zalimin övülmesinin ve ihsan ehlinin kınanmasının doğru olmadığını hiçbir şeye dayanmadan idrak etmekte ve böyle bir hareketin yanlışlığına hükmetmektedir. b) Hüsn-ü Kubh-ün, aklî ve fıtrî olduğuna başka bir delil de, Allah'ı ve şeriatı inkar edenlerin, bazı işlerin iyi, bazılarının da kötü olduğuna hükmetmeleridir. Eğer iyilikle kötülük sadece şeriat yoluyla idrak edilseydi, onların hiçbir işin iyi veya kötü olduğuna hükmetmemeleri gerekirdi. Halbuki hakikat bunun tam aksini bize göstermektedir. Öyleyse, insanlar şeriata dayanmaksızın kendi akılları ile bazı işlerin iyi, bazılarının da kötü olduğunu idrak edebilirler. c) İyilikle kötülüğün ancak şeriat yoluyla sabit olduğunu, aklın bazı işlerin iyi, bazısının da kötü olduğunu idrak etmesinde bağımsız olmadığını söylersek, Allah Teala'nın sâdık olduğuna ve peygamberler vasıtasıyla ilettiği haberlerin doğru olduğuna yakin edemeyiz. Zira, bu durumda O'nun yalan konuşma ihtimali doğar. Bütün yaptıkları da iyi telakki edildiğinden, yalan konuşmanın çirkin bir iş olduğuna istinat edilerek, yalan konuşma ihtimali de reddedilemez. Sonuçta verdiği bütün haberlerin, va'dlerin, cennet-cehennemin, sevap ve azabın hakikati olmayabileceği ihtimali ortaya çıkar. Bu ise, ilahî kanunların, temel inançların ve dinin yok olması, Allah'a hiçbir güvenin ve itimadın kalmaması demektir. Bu görüş kabul edilirse, 124 bin peygamberin gelmesinin, bir çok mü'min ve mücahid insanların Allah yolunda mücadele edip bu yolda kendi canlarından geçmelerinin hiçbir anlamı kalmaz ve bütün bu zahmete katlanmalar ve çabalar hedefsiz ve anlamsız çabalardan öteye gitmez. Ama "...Biliniz ki, gerçekten Allah'ın va'di haktır. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler." "Allah'ın kelimelerinde (verdiği sözlerde) asla bir değişme yoktur" "Doğrusu Allah, insanlara zerre miktarı zulmetmez. Fakat insanlar kendilerine zulmederler." Hulasa insanların akılları aracılığıyla kötü saydıkları yalan konuşmak, aldatmak, zulmetmek gibi işleri Allah Teala yaparsa, artık insanlar Allah'ın, peygamberlerin ve imamların sâdık olduklarından şüphe ederler. Allah'ın verdiği va'd ve vaidlerin hiç birisine itminan ve güvence kalmaz. d) Peygamberlerin kendi iddialarının doğruluğuna tek şahidleri, Allah'ın onların eliyle insanlara mucize göstermesidir. Allah Teala'nın aklın kötü saydığı işleri yapmasının caiz olduğunu söylersek, bu; beraberinde yalan yere peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin eliyle halka mucize göstermesinin de kötü bir şey olmadığını getirir. Bu ise, büyük ilahi makam olan "Nübüvvet" makamının temelden sarsılmasına ve gerçekte peygamberlik makamının aşağı çekilmesine neden olur. Oysa işlerini hikmet üzere yapan Allah Teala, her türlü abes ve beğenilmeyen işi yapmaktan münezzeh ve çok yücedir. e) Allah Teala'nın Kur'an-ı Kerim'deki ayetlerine dikkat edildiğinde bu ayetlerin, aklın iyilikle kötülüğü anlamakta müstakil olup vahye dayalı olmadığına işaret ettiğini görmekteyiz. Allah Teala şöyle buyuruyor: "Muhakkak ki Allah; adaleti, ihsanı ve akrabaya elde olandan vermeyi emrediyor; zinadan, fenalıklardan ve insanlara zulüm yapmaktan da nehyediyor. Size böylece öğüt veriyor ki, benimseyip tutasınız." "De ki: "Rabbim bütün aşırlıkların gizlisini de açığını da ve pislikleri, haksız yere azgınlığı... haram etti." "Kendilerine iyiliği emrediyor, onları fenalıktan alıkoyuyor." "Bir kötülük yaptıkları zaman "Biz atalarımızı böyle bulduk; bize bunu Allah emretti" derler. De ki, "Allah kötülüğü emretmez..." Bu ayetlerden şu sonuç elde edilmektedir ki, Allah tarafından hakkında bir emir ve nehiy söz konusu olmasa da, gerçekte ihsan, iyilik, kötülük, adalet, zulüm ve fenalık diye tanınan bazı fiiller vardır ve insanoğlu; suyu, toprağı ve benzeri diğer mevzuları tanıdığı gibi, bazı işlerin iyi veya kötü olduğunu da kendi aklı ile tanıyıp idrak etmektedir. Sonra; Allah Teala, bazı ayetlerinde bizzat insanın kendi aklını iyilik ve kötülük konusunda hükmetmeye davet ediyor. Hiç iyilik ve kötülüğü kavramaktan aciz olan bir şeyi, o konuda hakemlik yapmaya davet etmek doğru olur mu? Allah Teala şöyle buyuruyor: "Biz hiç, iman edip de salih ameller işleyenleri, o yeryüzündeki müfsitler gibi karar verir miyiz? Yahut Allah'tan korkan takva sahiplerini kafirler (zalimler) gibi yapar mıyız?" "Biz Müslümanlar'ı, mücrim kafirler gibi mi tutarız? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz? "İyiliğin karşılığı iyilikten başka bir şey olur mu?" İşte bu ayetlerde biraz düşünüldüğünde, Hüsn-ü Kubh-ün akli olduğunda ve batini (iç) hüccetin (aklın), alanı dahiline giren konularda, iyiliklerle kötülükleri zahirî (dış) hüccetten (peygamber ve imamdan) yardım almaksızın idrak ettiğinde, hiçbir şüpheye yer kalmıyor. O halde fiiller kendi haddi zatında iyi ve kötü, güzel ve çirkin olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır. İnsan aklı da, mahiyetini kavrayabildiği bölümde kendi başına bunları idrak etme kabiliyetine sahiptir. Dolayısıyla da akıl, bütün çirkinliklerden münezzeh olan Cenab-ı Hakk'ın, aklın çirkin gördüğü şeylerden münezzeh olduğuna hükmetmektedir. Bu; Allah Teala'ya bir teklif tayin etme veya kudretine bir sınırlandırma getirme olmayıp, gerçeği olduğu gibi kavramaktır. Böylece Kur'an'ın asıl müfessirleri ve Resulullah (s.a.a)'in hakiki varisleri olan Ehl-i Beyt İmamları, adaletin ve bu husustaki diğer mevzuların mefhumlarını tamamen halka tanıttılar ve batıl görüşler karşısında ciddi bir tavır alarak, iyilikle kötülüğü idrak etme konusunda, aklın hükmünün şeriat ve vahye bağlı olmadığını, hatta doğru ve yeterli olduğunu açıklayarak akla çok büyük bir önem kazandırdılar. İşte böylece aklın konumunu inkar edenlerin bu eylemi ve bundan çıkardıkları Allah'ın adaletini aklın idrak edemeyeceği görüşleri, Ehl-i Beyt İmamları ve alimlerinin bu bahsi itikadın temel ilkelerinde yer vermelerine sebebiyet verdi. 2- Adalet, Allah'ın sıfatlarının içerisinde öyle bir konuma sahiptir ki, diğer sıfatların bir çoğu ona dönmekte ve ondan kaynaklanmaktadır. Zira daha önce adaletin geniş anlamıyla her şeyi kendi yerine koymak anlamına geldiğini söylemiştik. Buna göre Allah'ın Hekim, Rahim, Rahman olmasının, kullarının rızkını vermesinin ve diğer birçok ilahî sıfatların kökü adl-i ilahîdir ve hepsinin de adaletle bir çeşit bağlantısı vardır. Usul-i dinin beşinci aslı olan Meâd da adl-i ilahî konusuyla ilintilidir. Zira, Mead bölümünde göreceğimiz üzere, Meadı zorunlu kılan delillerden biri de, Allah Teala'nın adalet sıfatıdır. Allah Teala Adil olduğu için, salih amel işleyen mü'minleri mükafatlandırmak, kötü amel işleyerek kendilerine ve başkalarına zulüm edenleri de cezalandırmak için kıyamet gününü yaratmıştır. Yine nübüvvet ve imamet konuları da Allah'ın adil olmasıyla ilintilidir. Yani Allah Teala'nın adalet sıfatı, Cenab-ı Hakk'ın insanların hidayeti için peygamber göndermesini ve imam tayin etmesini iktiza etmektedir. O halde adalet konusuna özel önem verip, ona usul-i din bölümünde yer vermenin bir diğer sebebi de, onun bir çok dini ilke ve inançlara temel teşkil etmesidir. 3- Toplumun huzur ve düzen içerisinde yaşamalarının en önemli temelini, sosyal adalet teşkil etmektedir. Eğer bir toplumun kanunları, herkesin ve her şeyin hakkını gözetecek şekilde adalet üzere düzenlenmiş olursa, o toplum günden güne ilerleyerek saadete, kemale erer ve örnek bir toplum haline gelir. Ama bir topluma zulüm, haksızlık adaletsizlik ve bundan kaynaklanan sayısız pislikler hakim olursa, o toplumda fesat çıkar, huzur ve saadetten eser kalmaz ve bilahare yok olup gider. İşte Hz. Resulullah (s.a.a)'in Ehl-i Beyt'i, adaleti dinin temel unsurlarından biri olarak tanıtmalarıyla, bütün varlık aleminin Allah'ın adaletiyle ayakta durduğunu ispatlamakla birlikte, sosyal adaletin toplumlara hakim kılınmasının önemine işaret etmiş ve adl-i ilahinin sosyal adalete bir remiz olduğunu vurgulamışlardır. Ehl-i Beyt (a.s)'e göre; bütün kötülükler, günahlar ve zulümler zalim kimselerin bir topluma önderlik yapmalarından kaynaklanıyor. Nitekim bütün hayırlar, kemaller ve iyilikler de adil ve ilahî bir imamın topluma önderlik yapmasından kaynaklanmaktadır. İşte bunun için, her türlü ilahî makamlarda öne geçmek isteyen her şahsın âdil olması, Ehl-i Beyt inancı ve fıkhı tarafından şart koşulduğu gibi, ilahî bir makam olan imamet ve önderlik hususunda da, zalimlere meydan verilmemiştir. Aksine, onlarla mücadele edilmesi ve zulmün her zaman için ortadan kalkması için, mucadele edilmesi farz kılınmıştır. Hatta bazı hadislerde, hak ve adaletli sözün zalim bir sultana karşı söylenmesi, en büyük cihad olarak nitelenmiştir. Dolayısıyla Ehl-i Beyt mektebine göre, adl-i ilahi sosyal adaletin asıl temelini oluşturmaktadır. İşte nübüvvet ilminin varisleri ve Kur'an'ın gerçek müfessirleri olan Ehl-i Beyt İmamları, adaleti usul-i dinden saymakla, sosyal adaletin önemini vurgulamışlardır. Zaten topluma gerçek adaleti hakim kılabilecek şahıslar da ancak onlardır. Sosyal adalet o kadar önemlidir ki, hatta Allah Teala peygamberlerin gönderilme hedefinin sosyal adaletin kurulması olduğunu belirtmiştir. Topluma sosyal adaletin hakim kılınmasını ve insanların kemale doğru ilerlemesini isteyen Allah Teala, onlara zalim ve günahkar kimselerin önderlik yapmasına asla razı olmadığı gibi; insanlara, bütün pisliklerden arındırıp tertemiz kıldığı, kendi özel ilminden verdiği kâmil, masum ve âdil kimselerin imamlık yapmasını istemiştir. Allah Teala'nın insanlara, Resulullah (s.a.a)'den sonra örnek ve imam olarak Ehl-i Beyt İmamlarını tanıtıp, o mübarek zatlara uymalarını emretmesinin sırrı da adl-i ilahide yatmaktadır. O mübarek zatlar, adl-i ilahinin tecessüm bulmuş şekli idiler. Hem kendileri her alanda adaleti uygular, hem de diğerlerini adalete emrederlerdi. Bakınız, Ehl-i Beyt İmamlarının ilki olan Hz. Ali (a.s) kendi hakkında ne buyurmuştur: "Allah'a andolsun, benim için, geceleri sabaha kadar deve dikenlerinin üzerinde geçirmem, elim kolum bağlanarak zincirlerle sürüklenmem; kıyamet günü kullardan bazılarına zulmetmiş ve dünya malından bir kırıntı bile olsa, gasbetmiş olarak Allah'a ve Resulü'ne kavuşmamdan daha iyidir. Çabucak imtihan yerine dönecek ve uzun zaman toprak altında kalacak bir nefis için, bir kula nasıl zulmederim!" "Bir gece yarısı, birisi kapalı bir kapta helva getirdi. O helvadan tiksindim. Çünkü o, benim gözümde yılan (kusmuğu) zehri gibiydi. "Bu zekat mı, sadaka mı?" diye sordum. "Eğer öyleyse, bunlar Ehl-i Beyt'e haram kılınmıştır" dedim. O adam: "Hayır bu bir hediyedir" dedi. Ben: "Anan ağlasın sana! Din yoluyla gelip beni tuzağa mı düşüreceksin? Aklını mı kaybettin, seni şeytan mı çarptı? Yoksa sayıklıyor musun?" dedim. "Vallahi, karıncanın ağzındaki arpanın kabuğunu alarak Allah'a isyan etmem karşılığında, bana yedi iklim ve onun altındakiler verilse, yine de kabul etmem. Benim nazarımda dünya, bir çekirgenin ağzıyla ısırdığı yapraktan daha değersizdir. Yok olacak nimetlere kanmak, bâki olmayan lezzetlere aldanmak Ali'ye çok uzaktır..."