Dinin Değişmezliği ve Dünyanın Değişkenliği

Dinin Değişmezliği ve Dünyanın Değişkenliği Dinin Değişmezliği ve Dünyanın Değişkenliği Nasıl olur da bir din beşerin tarihin sonuna kadar gereksinim duyduğu her şeye sahip olacağı bir konumda olabilir? Bu kadar değişim ve başkalaşım içinde olan beşere, bir din nasıl olur da sürekli olarak kavuzluk edebilir? Bir grup aydın kendini bu sorular karşısında cevapsız bulunca tümüyle bu iddiadan vazgeçmiş ve dinin son oluşunun sırrını ve dinin son oluşunun sırrının, akli ve fikri gelişim sebebiyle beşerin ilahi hidayetten ihtiyaçsız kalışı olduğunu kabul etmişlerdir. Bu grup aydınlar şöyle diyor: “Hatemiyet (İslam’ın son din oluşu) insanların artık dinden müstağni kalacağı bir düzeye erişmiş olduğu anlamını ifade eder.” Bu da eskiden İkbal Lahuri ve ondan önce de başkalarının dillendirdiği bir iddiadır. Bu konuyu yeni bir şekle büründürmek için de şöyle beyan etmektedirler: “Dinden ihtiyaçsızlık içinde oluş iki türlüdür: Kınanmış ve doğru olmayan ihtiyaçsızlık ile beğenilmiş ve övülmüş ihtiyaçsızlık. Kınanmış ve doğru olmayan ihtiyaçsızlık insanın bir şeye gerçekte ihtiyacı olduğu halde bunu temin etmek istememesi ve ihtiyaçsızlık iddiasında bulunmasıdır. Bu tür bir ihtiyaçsızlık iddiası kınanmış ve doğru olmayan bir ihtiyaçsızlıktır. Birisi hasta olup doktor ve tedaviye ihtiyacı olduğu halde bunun peşice gitmezse ve, “benim doktor ve tedaviye hiç ihtiyacım yok” derse bu ihtiyaçsızlık iddiası kınanmış ve doğru olmayan bir ihtiyaçsızlıktır. Ama başka bir türlü ihtiyaçsızlık da vardır ki övülmüş ve beğenilmiş bir ihtiyaçsızlıktır. Bu da şudur: İnsanın doktora ihtiyacı olur, doktora gider, doktor da onu tedavi etmek için çaba gösterir. Böyle bir tedavi neticesinde insan iyileşir ve doktordan müstağni bir halde kavuşur. Burada doktor gerçekte, neticesi hastasıyla ilişkisini kesmek olan bir işe koyulmaktadır. Doktor bu durumda hastayla ilişkisini sürdürmek isterse, hastasının hastalığının devam etmesi için çaba göstermeli ve böylece hastanın sürekli olarak kendisine gelip gitmesini sağlamalıdır. Şefkatli doktor görevini en iyi şekilde yapmak için didinir ve bu çabası hastasıyla olan ilişkisini kesilmesiyle sonuçlanır. Eğer doktor işini doğru yapacak olursa hasta şifa bulur ve sıhhatine kavuşunca da artık doktora ihtiyacı kalmaz olur. Öğretmen ve öğrenci ilişkisi de bu tür bir ilişkidir. Öğretmen görevini yerine getirmek isterse bu görevi öğrencisini artık öğretmene ihtiyaç duymayacağı bir düzeye eriştirmesi için çaba göstermesini gerektirir. Dolayısıyla şefkatli bir öğretmen neticede öğrencisiyle olan ilişkisinin kopacağı bir işe koyulur ve böylece de öğrencisi artık öğrenci olarak kalmaz. Böylece kendisi de bu öğretmenin yanı başında ayrı bir öğretmen olur.” Daha sonra da bu grup şöyle demişlerdir: “Peygamberler de işte böyle yapmışlardır. Yani Peygamberler şefkatli bir doktor gibi insanlığa bir takım bilgiler öğretmişler ve bu öğretiler neticesinde beşeriyet artık Peygamberlere ihtiyaç duymayacağı bir düzeye yükselmektedirler. Nitekim hasta da şifa bulduktan sonra artık doktora hiç bir ihtiyaç duymamakta ve öğrenci öğretmen olduktan sonra artık öğretmene ihtiyaç duymamaktadır.” Bunların görüşünde İslam’ın son din oluşunun sırrı da ve “Hz. Muhammed’in (s.a.a) gelişiyle insanların artık yeni bir peygamberden müstağni olmuşlardır” diyen İkbal Lahuri’nin maksadı da budur. Yani Hz. Peygamber’in (s.a.a) öğretileri insanlar arasında yayılmakta ve böylece insanlar artık yeni bir öğretiye ihtiyaç duymamakta, yeni bir peygambere gereksinim duymamaktadır. Ama insanın dine olan ihtiyacının delili, insanın akıl, his ve tecrübelerle elde ettiği bir takım şeylerin varlığıdır. Bu konu, yani duyu organlarımızın sınırlılık arz etmesi özellikle felsefi konularda aklın onayladığı bir husus olup ona Kur’an’da şöyle işaret etmiştir: “Size bilmediğiniz şeyleri öğretti.”Bu esas üzere hiç bir insan dinden müstağni olacağı bir makama erişemez. Öte yandan eğer böyle bir şey doğru olsaydı İslam’ın zuhurundan bir veya birkaç yüzyıl sonra insanoğlu artık dine ihtiyacı kalmadığını ortaya koyar ve aklıyla bir yolu kat etmeye çalışırdı. Oysa çağdaş tarih böyle bir şeyin doğru olmadığının en açık kanıtıdır. İnsan oğlu tarih boyunca dinden müstağni olduğunu ifade etmediği gibi, din karşısında isyan ettikten, Rönesans’tan ve bu yolda bir çok acılara katlandıktan sonra bugün an be an dine daha da bir yakınlaşmakta ve dine olan ihtiyacını daha fazla hissetmektedir. Başka bir grup aydınlar ise bu sorular karşısında, “tekamül etmiş din” teorisini kabul etmişler ve son dinin beşerin gelişim süreciyle birlikte gelişim arz ettiğini ve kemale ulaştığını iddia etmişlerdir. Onlara göre din sürekli olarak çağın gerekleriyle uyumlu bir şekilde gelişim içindedir. Bu düşünce sonuç olarak dinin temellerinin de değişim içinde olduğunu iddia ve dini öğretilerin kalıcılığını inkar etmiş oldu. Başka bir grup ise bu sonuca teveccüh ederek ve din ile din ile dini öğretileri bir birinden ayrıt ederek sorunu halletmenin yanı sıra bu bozuk neticeden sakınmaya çalışmışlardır. Onlar şöyle diyorlar: “Dinin aslı sabittir, ama dini öğretiler değişkendir ve gelişim çizgisinde beşeri öğretilerle aynı seviyededir” Bu kimseler değişken ve yok olmaya maruz olan bir şeyin mukaddes olamayacağına teveccüh ettikleri için dinin sabit veya mukaddes olduğunu ifade etmişler, dini öğretilerin ise değişken ve mukaddes olmayan öğretiler olduğunu ifade etmişlerdir. Onlara göre insanoğlunun elde ettiği bilgiler, dini bilgilerdir ve din sürekli olarak kendi uzlet köşesinde ellerin ulaşamayacağı bir konumda durmaktadır. Böyle bir din mürsel din tanımının dışında kalmaktadır. Zira ifade ettiğimiz gibi mürsel din insanoğlunun hidayeti için Allah-u Teala tarafından Peygamberleri vesilesiyle beyan edilen konulardır. Dolayısıyla beyan edilen ve dini metinlerde yer alan şeyler dindir. Bu esas üzere dini bilginin zaruri değişim ve başkalaşımı hususunda ısrar edecek olursak gerçekte dini de değişime uğratmış ve bir önceki çözüm yolunu yeni bir örtü altında armağan etmiş oluruz. Netice olarak da, “Böyle bir din mukaddes olamaz.” sorununa düçar olmuş oluruz. İslami İnsanbilimi İslam’ın insan hakkındaki portrelerini ortaya koymaktadır. İnsanın gerçeği hakkında daha önce de söylediğimiz gibi  burada çok önemli iki görüş vardır. Bu görüşlerden birine göre İnsanoğlunun cevheri bir tek şeydir ve kültürel, toplumsal, ekonomik ve siyasi farklılıklar ise ilintilere, ilave edilenlere aittir. Bunun karşısında yer alan başka bir görüşe ise İnsanoğlunun cevheri çeşitli zamanlarda veya çeşitli topluluklar arasında birbiriyle farklılık içindedir. Birinci görüşü bütün dini gruplar, irfani fırkalar, ilim dalları ve felsefi ekollerin çoğu kabul etmiştir. Gerçi bu yegane gerçeğin anlamı hususunda da çeşitli yollara gidilmiş ve garklı görüşler ortaya çıkmıştır. İkinci görüşü ise son dönem felsefi ekollerden bazısı kabul etmiş ve insan gerçeğinin kültürel bir kimlik olduğunu iddia ederek kültürel farklılıkların insanın zati farklılığına sebep olacağını ifade etmişlerdir. Bazı kimseler ise geleneksel insan ve modern insan kavramlarını ortaya atarak insan gerçeğinin, rönesans  dini ıslah  ve aydınlık  çağlarında ortaya çıkan şeyler sebebiyle değişim içine girmiş ve geleneksel insan, modern insan haline dönüşmüştür. Ama gerçekte kültürlerin alışveriş neticesinde ortaya çıkan değişiklikler sadece insanoğlunun hayati ilişkileri ve ilintileriyle ilgilidir. Dolayısıyla bu gerçeğin özü ve bu kimliğin zatı/özdeği olduğu gibi dokunulmamış bir halde yerinde durmaktadır. İslam’a göre gerek bir zaman biriminde yer alan fertler ve gerekse farklı zamanlarda yer alan çeşitli insanlar kültür, bilgi, edep ve gelenek açısından birbirinden farklı da olsa bir tür ortak kimlik birlikteliğine sahiptir. İnsanın tek kimliği hem Kur’an’ın tanıklık ettiği, hem felsefi görüşün gerektirdiği ve hem de tabii ilimler ve insani bilimler alanında emprik bilgilerin ortaya koyduğu bir realitedir Kur’an’a göre insan bir taraftan ilahi fıtrat ve bir taraftan da maddi tabiata sahip olan bir varlıktır. Fıtrat onu öğretilere, maneviyata ve hayırlara doğru çağırmakta, tabiat ise onu maddiyat aşağılığına, şehvete ve kötülüğe davet etmektedir. İnsanoğlunun hayatı tabiat ve fıtrat arasındaki savaş sahnesidir. Eğer insanın tabiatı fıtratına galebe çalarsa ve o da tabiat yolunu tutturursa Kur’an’a göre böyle bir insan alaşağı olmuş ve sapmış bir insandır. Ama eğer fıtratı galip gelir ve tabiatı fıtratı yolunda karar kılarsa, bu taktirde bu insan hidayet yolunda yer almış bir insan olur ve hak yoluna adım atmış sayılır. Kur’an’da insanlar arasında bazen fazilet ve bazen de rezalet makamında bir takım ortak şeyler zikredilmektedir. Elbette bunların hiç birisi insanların bu faziletler veya rezaletlere bilfiil sahip olduğu anlamında değildir. Aksine maksat insanlığa hem faziletler ve hem de rezaletler için gerekli bir ortamın varlığını ifade etmektedir. Kur’an, bir yerde şöyle buyurmaktadır: İnsanların fıtratı ilahidir: “Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrat” Bir başka yerde ise: “Şüphesiz insan ihtiraslı (tahammülsüz) yaratılmıştır.” Bir yerde insanın faziletinden bahsetmekte, bir yerde de sabırsızlığını, zayıflığını ve tamahkarlığını dile getirmektedir. Bu iki beyandan hiç birisi insanların dünyaya geldiğinde bilfiil fazilet veya rezaletlere sahip olduğu anlamında değildir. Allah Tebarek ve Teala insan hakkında şöyle buyurmaktadır: “Allah sizleri annelerinizin karnından bir şey bilmez bir halde çıkardı.” Rivayette de yer aldığı üzere insan oğlu fıtrat üzere doğmakta ve bu fıtratlar tertemiz fıtratlardır. O halde Kur’an ve rivayetlere göre insan, bu aleme ayak bastığında hiç bir ilmi ve bilgisi olmayan bir varlıktır. Sadece ilahi bir fıtrata sahiptir. Ama aynı zamanda tabiatında maddiyata doğru bir eğilim vardır. Alem sahnesine girdiği zaman gerçekte bir taraftan bilgi ve marifeti başlatmakta ve bir yandan da tabiat veya fıtrat sahnesinde yer almaktadır. Bu Kur’an’ın insana bakış açısıdır ve insanların farklı görünümlerinin ötesinde tek bir batın görmektedir. Felsefi açıdan da olay bu şekildedir. Gerek antik Yunan’da, gerek İslam’da ve gerekse de çağdaş batıda yer alan felsefi ekoller sürekli insana birlikçi/vahdet bakış açısıyla bakmış ve bu tümel portreyi insanların genel kimliği olarak takdim etmişlerdir. Bu portre İslam’ın sunduğu ve insanların fıtratını temiz bildiği esasınca iyimser portre de olabilir veya tarihi Hıristiyanlığın takdim edip insanları aşağılık, günahkar ve tabiatlarını çirkin ve kirli bildiği esasınca kötümser portre de olabilir. Gerçi dini düşüncelerde ve felsefi ekollerde insan hakkında ortaya konular portreler her ne kadar birbirinden farklı olsa da tümü bu konuda birbiriyle ortaklık içindedir ve insan için bütün bu farklılıklara rağmen bir tek kimlik öngörmüştür.