İmam Mehdi (a.f)’ın Gaybeti Hakkında 10 Eleştiri 10 Cevap
İmam Mehdi (a.f)’ın Gaybeti Hakkında 10 Eleştiri 10 Cevap
Author :
necefi
0 Vote
218 View
Şeyh Müfid (r.a) Dinine yardım edenlere yardım edeceğine vaad veren, yolunu tanıyıp, o yolda yürüyenleri zaferle müjdeleyen ve kendisini inkâr edenleri kurtuluşa eremeyeceğini bildiren Allah’a hamdolsun. Öyle bir Allah ki nimetleri kendisine yönelmeye sebep olmaktadır. O’nun azap ve intikamından yalnıza ona sığınmak gerekir. Selam olsun önderimiz Muhammed Mustafa (s.a.a)’e ve O’nun pak Ehl-i Beyt (a.s)’ına ki Onlar insanların gerçek rehber ve kılavuzlarıdırlar. Ben, daha önce, imametin gerekliği hakkında bir kitap yazmıştır. O kitapta, İmamların masumiyeti, Onların öteki insanlardan üstünlüklerini sahip oldukları faziletleri ve amellerini genişçe ele almış iddia ettikleri şeylerin doğruluğunu ispat eden deliller getirmiştim. Ayrıca Onları tam olarak tanıtan ayetler ve hadisleri de naklettim. Orada muhaliflerin inançlarının batıllığını yine neden İmamlardan bazılarının kıyam zalimlerin karşısına dikildiklerini ve bazılarının kıyam etmeyip, zulümler dökülen kanlar ve Kur’an’a yapılan muhaletlerin karşısında direnmediklerini delillerle genişçe açıklamıştım. Sonunda da şiilerin son imamının gaybetinin nedenlerini beyan ettim. Daha sonra imanında, faziletinde ve inanın doğruluğunda şüphe etmediğim bir dostum, İmam Mehdi Sahibez Zaman (a.s) hakkında kafasına takılan bazı soruları daha doğru eleştirileri, cevaplamamı benden istemişti. Benden onlara sırasıyla (onun yazdığı sıraya göre) cevap vereceğim. Cevaplar öyle bir şekilde olacak ki düşünebilen herkes bunları anlayabilecektir. Bunlar için ömrünü ilim öğrenme yolunda harcamaya ve kendi yazdığım öteki kitaplara baş vurmaya gerek kalmayacaktır. Bu yolda Allah’tan yardım diliyorum. SORULARIN ÖZETİ Soruların özeti şöyledir: 1) İmamiyye Allah’ın Hasan b. Ali b. Muhammed b. Ali b. Musa el- Rıza (Aleyhumus Selam) yani 11. İmam Hasan Askeri (a.s)’a daha hayattayken bir oğul verdiğini iddia ediyor. Hâlbuki O’nun ailesinden ya da akrabalarından hiç kimsenin böyle bir çocuğun olduğundan haberi yoktur. Ayrıca hiç bir mezhep ve fırka İmamiye’nin bu iddiasını kabul etmiyor. Acaba bu İmam Hasan Askeri (a.s)in oğlu olmadığına delil değil midir? 2) İmam Hasan Askeri (a.s)’ın kardeşi ve ona en yakın olan Cafer b. Ali b. Muhammed İmam Hasan Askeri (a.s)ın böyle bir oğlu olduğunu şiddetle inkâr etmiştir. Hatta imam (a.s) vefat ettikten sonra O’nun bütün mallarına sahip çıkmıştır. Cafer zamanın halifesine, Şiilerden bazılarının böyle bir iddia da bulunduklarını haber verdi. Halifede, İmam Hasan Askeri (a.s)’ın hanımları ve kenizlerinin hamile ya da doğum yapıp-yapmadıklarını araştırması için bu işi iyi bilen kadınlar onun evine yolladı. Ama hamile ya da doğum ait hiç bir alamet bulamadılar. Bu, İmam Hasan Askeri (a.s)in bir oğlu olduğu iddiasının doğru olmadığını göstermektedir. 3- Şii tarihçilerinin hepsi, İmam Hasan Askeri (a.s) bütün mal ve vakıflarını annesi “Hadis”e (künyesi “Eb-ul Hasan”dır) vasiyet ettiğini, bu vasiyette dünyaya gelmiş ya da gelecek olan oğlundan söz etmediğini yazıyorlar. Bu da İmamiyye’nin iddiasının doğru olmadığını gösteren delillerden bir başkasıdır. 4- İnsanı her şeyden çok şüphe ve tereddüte düşüren şey İmam Mehdi (a.s)’ın doğum ve yaşamının neden gizli olduğudur. Hâlbuki Onun babalarının bulunduğu zaman ve şartlar daha zordu. Buna rağmen onların doğumları gizletilmemiş ve onlar açıklayarak kendilerinin kim olduklarını bildirmişlerdir. 5- Esasen İmamiyye’nin iddiası gerçeklerle uyuşmamaktadır. Çünkü bu kadar uzun süre yaşayan bir insanın yaşadığı yerden ve yaşam farzından hiç kimsenin haberdar olamaması imkânsız gibidir. 6- İmamiyyenin iddiası bir başka yönden de gerçeklerin tersinedir. O da şu dur: Diyorlar ki, İmam Mehdi, babasının vefatından bir kaç yıl önce yani h.k. 260 yılında dünyaya geldi ve şu ana kadar ki h.k. 1410 yılındayız yaşamaktadır. Buda normal olarak imkânsız bir şeydir. Bir insan bu kadar uzun süre yaşayamaz. 7- İmamiyye’nin iddiasını doğru ve gerçekle uygun olduğunu kabul etsek bile, gizli olarak yaşayan bir imamın ne faydası olacaktır? Esasen beşeriyet İslami tebliğ etmeyen, İslami had ve hudutları uygulamayan, hükümleri beyan etmeyen, kimseye yoll göstermeyen, emr-i bil maruf ve nahy an-il münker etmeyen ve İslam yolun da cihad etme imkanı olmayan bir rehbere neden ihtiyaç duysun?! 8- Şianın İmamiye dışındaki fırkaları da İmamiye gibi bir önderlerinin gizli olarak yaşadığını iddia etmektedirler. Ama İmamiye bunu şiddetle reddetmekte, onların inançlarının batıl olduğunu söylemektedir. Oysa bu fırkaların iddiaları için getirdiği deliller İmamiyye’nin getirdiği delillerin aynısıdır. Örneğin “Mumtevire” fırkası 7. İmam Musa b. Cafer (İmam Musa Kazım) (a.s)’ın gizli olarak yaşadığını ve gerekli olduğu zaman zuhur edeceğini söylüyorlar. “Kisaniye” Muhammed b. Hanefi’nin gizlide yaşadığını ve sonunda kıyam edeceğini iddia ediyorlar. “Navusiyye” 6. İmam Cafer b. Muhammed (a.s) (İmam Cafer-i Sadık)’ın “İsmailiyye” İsmail b. Cafer Muhammed’in gizli olarak yaşadığını ve bir gün gelip kıyam edeceklerini iddia ediyorlar. İmamiye bunların iddiasını reddediyorsa, kendi iddialarını da reddetmeleri gerekiyor. 9- İmamiyye İmam Mehdi (a.s)’ın gaybet ve zuhuru konusunda çelişkiye düşmüşlerdi. Bir taraftan, Allah lütuf ve merhametiyle İmamın gözlerden kaybolmasına ve insanların ona ulaşamamasına izin veriyor ve Allah, kullarının ihtiyacı olduğu zaman toplumu hıfzetmek ve maslahatın dışında onlara görünme izni vermemektedir diyorlar öte yandan bir imamın olmasının gerekliliğinin felsefesi hakkında, insanların dinin kanun ve meselelerinin bilen birine ihtiyacı olup, Allah’ın onu göndermesi gerektiğini söylemektedirler. Eğer Allah böyle birini göndermez ve insanlar dinin hükümlerini öğrenme imkânını bulmazlarsa bu Allah’ın beşeri nizamı gözetmediğini kullarının ihtiyacı tam ve güzel bir şekilde temin etmediğini göstermektedir. Görülüğü üzere bu iki iddia tamamen birbiriyle çelişmektedir. 10- İslami mezheplerinin hepsi, mucizenin yalnızca peygamberlere özgü bir şey olduğuna özel olduğuna inanmaktadırlar. İmamiyye’nin iddiasına göre, İmam Zaman (a.s) zuhur edeceği zaman kendisini tanıtması için mucizeye ihtiyacı olacaktır. Ancak bu şekilde kendisinin imametini ispat edebilir. Çünkü kimse mucize olmadan onu tanıyamayacaktır. Ama mucize peygamberlere özgü bir şeydir. BİRİNCİ ELEŞTİRİ VE CEVABI Eleştirmen birinci eleştirisinde şöyle diyor: “Hasan b. Ali (a.s)’ın oğlu İmam Mehdi (a.s)’ın doğumunun halktan, hatta kendi ailesinden gizlenmesi ve bu gizliliğin devam etmesi normalin dışında olan bir şeydir.” Bu eleştiri çok zayıf ve temelsizdir. Sebebi şudur: Bu iş hiçte normalin dışında bir şey değildir. Akıl ve burhan böyle bir olayın gerçekleşebileceğini kabul ve tastik etmektedir. Tarihte bunun birçok örneğini görmek mümkündür. Padişahlar ve devlet adamları çeşitli sebeplerden dolayı çocuklarının doğumunu gizlemişlerdir. Mesela, birisi resmi olmayan karısından çocuk sahibi oluyor. Resmi karsının bunu bilmesini istememektedir. Çünkü resmi karısı bunu bilirse hased eder, kin besleyip, kocasının hayatını mahvedebilir. Bu yüzden aile düzeninin yıkılma tehlikesi geçinceye kadar çocuğunun doğumunu bütün yakınlarından gizlemektedir. Bazen de ölünceye kadar kimseye söylememekte yalnızca ölüm esasında çocuğun kime ait olduğu meçhul kalmasın ve hakları zayi olmasın diye açıklamaktadır. Bir bakıyorsunuz çocuğu oluyor ve Padişah onun doğumunun bilinmesine izin vermiyor. Çocuk büyüyüp geliştikten sonra bunu açıklıyorlar. İran, Rum ve Hind padişahlarının bazıları işi yapmışlardı. Tarihçiler şöyle yazıyor: Siyaveş’ın karısı ve Türk padişahı Efrasya’ın kızı Vesfaferid “Keyhusrev”i dünyaya getirmişti. Vesfaferid, Keyhusrev’in doğumunu uzun bir müddet dedesi Kikavus’dan gizledi. Kikavus, Babil ve daha çok doğunu padişahı idi. Kikavusun epey bir zaman ondan haberi olmadı. Hâlbuki yıllarca onu bulmak için uğraşmıştı. Tarih kitaplarında bu olayı genişçe yazmışlardır. Fars tarihçileri Keyhusrev’in doğumunu ve gizletilmesinin sebebini yazmışlardır. Muhammed b. Cerir Taberi de “Tarih” kitabında olayı nakletmiştir. Bu olay İmam Mehdi (a.s)’ın olayı gibidir. Eleştirmenler tarihteki bu olayları kabul ederken İmam Mehdi (a.s)’ın inkâr etmektedirler. Bazıları da çocuğunun doğumunu yakınlarından ve akrabalarından gizler çünkü onlar ırs yüzünden çocuğu öldürebilirler dolayısıyla varis sayısını azaltırlar. Ama çocuk büyüyüp artık ona bir zarar gelmeyeceği anlaşılınca kimliği açıklanır. Bazen bakıyorsunuz bir padişah ülkesinin durumunu göz önüne alarak çocuğunu halktan gizliyor. Çünkü bazı ülkelerin halkı padişahın kendi neslinden olmayan birisini onun yerine kabul etmemektedir. Padişahta ordunun ve elinin altında olanların kendisine itaat edip etmediklerini denemek için çocuğunu onlardan saklamaktadır. Ülkenin işleri yerine oturuncaya kadar onu gizlemektedir. Daha sonraları çocuğun kendi yerine geçeceğini açılıyor. Bu siyaset dünyasında meşhur olan bir şeydir. Bazen bir padişah emrinin altındaki insanlara emniyet yönünden veya başka yönlerden nasıl tesir ettiğini anlamak için kendisini gizliyor veya öldüğünü halkın içinde yayıyor. Hatta bu gibi şeyler Müslümanların arasında da çok görülmüştür. Birçok çocuğun soyu babasının ölümünden sonra ortaya çıkmıştır. Bu süre içinde kimse onu tanımamıştır. İki Müslüman şahidin şahitliğiyle babasının kim olduğu belirlenmiştir. Çünkü babası çocuğun ona ait olduğunun bilinmesini istememiştir. Çocuk onun gerçek çocuğu değildir, sadece İslami maslahat icabı çocuk ona nisbet verilmektedir.[1] Tarihe göze attığımızda, çeşitli sebeplerden dolayı padişahların ve normal insanların çocuğunu gizlediğini veya onun ölümünü ilan ettiklerinin birçok örneklerini görmekteyiz. Yine Müslüman tarihçiler ve Müslüman olmayan tarihçilerin hepsi Hz. İbrahim (a.s)’ın doğumunun gizli olduğunu ve akrabalarından kimseinin haberi olmadığını yazmışlardır. Çünkü o zamanın padişahının öldürmesinden korkuluyordu. Hz. Musa (a.s)’ın doğumu da Firavun tarafından öldürmesinden korkulduğu için gizli tutulmuştu. Kur’an Kerim açıkça Hz. Musa (a.s)’ın annesinin onu bir sandığa koyup, nehre attığını ve vahiy yoluyla çocuğunun salim kalacağının ona ilham edildiğini beyan etmektedir. Hz. Musa (a.s)’ın annesi onu korumak için bu işi yapmıştı. Bütün bunları göz önüne alarak şimdi şu soruyu soruyoruz: İmam Hasan Askeri (a.s) oğlunun doğumunu akraba ve yakınlarından gizlemesi acaba mantık ve normal şartların dışında olan bir olay mıdır. Oysa İmam Mehdi (a.s)’ın doğumunun gizli tutulmasının sebepleri öteki insanların doğumunun gizli tutulmasından daha açık ve daha normaldi. İleride bu sebeplerin neler olduğuna değineceğiz. İMAM MEHDİ (A.S)’IN DÜNYAYA GELİŞİ KESİNDİR İmam Askeri (a.s)’ın bir oğlu olduğunu kimse haber vermemiştir iddiasına gelince gerçekten çok zayıf ve asılsız bir iddia olup, gerçeğe de yakırıdır. İmam Hasan Askeri (a.s)’ın “Mehdi” adında bir oğlunun olduğunu ait deliller öteki insanların çocuklarının olduğunu ispatlayan yollardan daha emin ve güvenilirdir. Çünkü insan, çocuğunu doğumunu birçok yoldan ispat edebilir: 1) Ebe ya da başka bir kadının doğum sırasında orada olması ve halka çocuğun kime ait olduğunu söylemesi. 2) Erkeğin karısının doğurduğu çocuğun kendisine ait olduğu söylemesi. 3) İki adil Müslüman babanın çocuğun kendisine ait olduğunu söylemesine şehadet vermeleri. İmam Mehdi (a.s)’ın doğumu bu yolların her üçüyle de ispat olunmaktadır. İlim ve fazilet ehli, dindar ve takvalı bir çok kadın ve erkek, imam Hasan Askeri (a.s)dan kendisinin bir oğlu oluğunu ve Onun kendisinden sonra İmam olacağını buyurduğunu naklediyorlar. Onların bir kısmı İmam Mehdi (a.s)’ı kundaktayken, bir kısmı da üç-dört yaşındayken görmüşledir. İmam Mehdi (a.s)’ın kendileri de babasından sonra Şiilerin sorularını cevaplamış onlara emirler vermiştir. Şiilerde üzerlerine farz olan hums, zekât vb. gibi şeyleri O’na ulaştırmışlardır. Bu konuyu İmam Hasan Askeri (a.s)’dan nakleden, daima O’nun huzurunda olan ve İmam Hasan Askeri (a.s)’dan sonra İmam Mehdi (a.s)’ın hizmetinde bulunan güvenilir insanlardan bazılarının isimlerini “el- İrşad fi Marifet- illah Al- al ibad” ve “el- İzah fil İmamet vel Ğaybet” adlı kitaplarımda naklettim. Daha çok bilgi edinmek isteyenler o kitaplara başvurabilirler. İKİNCİ ELEŞTİRİ VE CEVABI Eleştirmen şöyle diyor: “Cafer b. Ali kardeşinin (İmam Hasan Askeri (a.s)) oğlu oluğunu şiddetle reddetmiştir. Bu yüzden İmam (a.s)’ın ölümünden sonra O’nun mallarına sahip çıkmış, zamanın sultanın O’nun kadınlarının ve kenizlerinin hamile olup-olmadığını öğrenmek için araştırmaya zorlamış ve İmam (a.s)’ın oğlu olduğunu iddia edenin kanının dökülmesini caiz bilmiştir.” Bu eleştiride önceki eleştiri gibi bir kaç yönden temelsiz ve boştur: 1- Bir insanın amelinin delil olarak kabul edilmesi o amelin doğruluğuna ayrıca o şahsın yanlış ve hata yapmamasına bağlıdır. O insan asla günah işlememelidir. Müslümanların hepsi Cafer b. Ali’nin böyle bir makamının olmadığını biliyorlar. Onun Masum imam (a.s)’ın oğlu olması böyle bir makama (günah işlememe makamı) sahip olmasını gerektirmemektedir. Geçmişte birçok insan vardı ki peygamberin oğlu olmasına rağmen büyük günahlara duçar olmuşlardır. Kur’an-ı Kerim, Hz. Yakup (a.s)’ın evlatlarının babaları peygamber olmasına rağmen Hz. Yusuf (a.s)’a zulmettekilerini açıkça buyurmaktadır. Hz. Yakup (a.s) Hz. Yusuf (a.s)’ın koruması için evlatların sıkı sıkı tembihleyip, onlardan ahit almasına rağmen onlar şeytanın hilesine uyarak, O’nu kuyuya atmışlardı. Hz. Yakup (a.s)’ı uzun bir süre, Hz. Yusuf (a.s)’dan ayrı bırakmış, O’nu üzüntü ve kedere boğmuşlardı. Suçsuz olduklarını ispatlamak için de yalan yere yemin ettiler. Hz. Yakup (a.s)’ın çocukları gibi peygamber evlatları böylesi yanlış bir düşünce ve amele kapılmışlarsa, makamı onlardan daha aşağı olan birisinin de aynı şeyi yapması acaba ihtimal dışı mıdır? 2) Cafer’in kardeşinin oğlunun varlığını bilmesine rağmen onu inkâr etmesi çok doğal olup, beklentinin dışında bir şey değildir. Çünkü Caferi, kardeşinin oğlunun inkâr etmeye sürükleyen tabii sebepler çoktu. Bu sebepleri şöyle sıralayabiliriz: A) İmam Hasan Askeri (a.s)’ın çok malı vardı. Cafer, eğer bu malı ele geçirebilseydi birçok nefsani isteklerine ve maddi arzularına kavuşacaktı. B) İmam Askeri (a.s)’ın Şiaların içinde öyle büyük ve değerli bir makam vardı ki, şiirler her türlü şahsi ve toplumsal işlerinde onu kendilerine mukaddem eder, ona itaat ederlerdi. O’nun rızasını Allah’ın rızası ve gazabını Allah’ın gazabı olarak kabul ederlerdi. C) İmam Hasan Askeri (a.s) Şiilerin maddi ve manevi işlerinin mercii ve ve sorumlusu idi. Şiilerin hepsi zekât ve humuslarını ilahilar vazife olarak Ona veya Onun vekillerine teslim ederlerdi. O da müstehak olanlara ulaştırırdı. Cafer, Şiilerin İmam Askeri (a.s) dan sonra bu paraları onun halifesine vereceklerini biliyordu. Bu kadar tahrik edici sebepleri gören Cafer “Mehdi” (a.s) inkâr ediyorsa, acaba onun sözünü ve şahitliğini kabul etmek doğru mudur? Caferin inkârını delil olarak kabul edenler gerçekte Hz. Muhammed (s.a.a)’ın peygamberliğini inkâr eden Ebu Leheb’in inkârını delil olarak kabul eden bir kısım Yahudi ve Hristiyanlar gibidirler. Hz. peygamber (s.a.a)’in amcası Ebu Leheb, O’nun (s.a.a) peygamber olduğunu ispat eden mucizeleri görmesine rağmen yine de Hz. Muhammed (s.a.a)’in peygamberliğini inkâr ediyordu. Hâlbuki Cafer ve Cafer gibilerin gerçeği keşfetmesi çoktu kolay bir şey değildir. Çünkü gerçek bu gibi insanlardan gizli tutuluyordu. Kısaca şunu demek istiyorum, bu konuyu kabul etmeyenler Cafer b. Ali veya Ebu Cehl veya Ebu Leheb’in inkârlarını delil olarak getirmezler. Çünkü onlar ne tarafsız bir âlim ve nede İslam fakihidirler. Aksine onlar avam ve cahillerdendirler. 3) Şii tarih yazarları ve şii olmayan tarihçiler Cafer b. Ali’nin yaşam ve ahlakını onun kardeşinin oğlu “Mehdi” (a.s)’ı inkâr etme sebeplerini ve neden halifeyi İmam Mehdi (a.s)’a ve Şiilerine karşı tahrik ettirdiğini nakletmişlerdir. Eğer bende onları burada nakledersen durum açığa çıkacak ve Caferin kötü niyyetini herkes anlayacaktır. Ama bir kaç sebepten dolayı bunları aktaramıyorum. Bu sebeplerden biri şudur: Bugün Caferin soyundan gelen birçok insan var ki onlar İmam Mehdi (a.s) ve Onun yüce makamını kabul edip, iman getirmişlerdir. Hatta yaptığım araştırmalar sonucunda diyebilirim onların hepsinin inancının “İmamiyye”nin inancı gibi olduğunu gördüm. Onlar İmam Mehdi (a.s)’ın yaşadığını ve zuhurunu beklediklerini söylüyorlar. İslami inanç ve insanın halaki yapısı, onların geçmişini burada açıp, daha fazla rencide etmememi gerektirmektedir. Sonra burada verdiğim cevaplar, İmam Hasan Askeri (a.s)’ın oğlunun olduğunu inkâr eden “Mutezili”, “Haşeviye”, “Zeydiye”, “Hariciler” ve “Murcie” gibi dar düşünceli fırkalar için yeterlidir. Caferin yaşamına ve ahlakına ayrıca değinmeye gerek yoktur. ÜÇÜNCÜ ELEŞTİRİN VE CEVABI Eleştirmen şöyle diyor: İmam Hasan Askeri (a.s) ölüm döşeğinde iken annesi “Hadis” (Ümm-ül Hasan)’e vakıflarını ve mallarını vasiyet etmiş onlarda tasarruf etme hakkını ona vermiştir. Bu İmam Askeri (a.s)’ın oğlu olmadığının delilidir. Bu eleştiri de zayıf ve temelsizdir. Buna dayanarak İmam Hasan Askeri (a.s)’ın oğlunun olmadığı ispat edilemez. Çünkü İmam Askeri (a.s) annesine vasiyette bulunmuşsa bunun sebebi oğlunun doğumunu gizlemek, onun kanının dökülmesini helal bilenlerden saklamak içindi. Eğer vasiyetinde ondan bahseder veya onun kedisine direk olarak vasiyet etseydi, o zaman asıl ve yüce hedef olan “Mehdi” (a.s)’ın gerekli ve münasip bir zamana kadar korunması hedefi tehlikeye düşerdi. Hatta İmam (a.s) vasiyetinde halifeye yakın olan “Mevla Vasık”, “Mevla Muhammed b. Me’mun” ve “Feth b. Abdrabbih” gibi saray adamlarının adının da getirdi ki, vasiyet Abbasiler tarafından muteber sayılsın ve oğlunun varlığını hususunda şüphe uyanmasın. Bu şekilde onların “Mehdi” (a.s)’ı aramalarına engel olmak ve Şiileri onun varlığına ve imametine inanma ittihamından uzak tutmak istiyordu.[2] Yukarıda söylenenlerden şu anlaşılmaktadır: Her hangi Birisi, İmam Askeri (a.s)’ın annesine yaptığı vasiyeti dayanarak İmamiyye’nin inancını batıl etmeye çalışır ve İmam (a.s)’ın gizlide yaşayan oğlunu inkâr ederse bu durum onun düşünme ve anlama kapasitesinden yoksun olduğunu göstermektedir. Bu şahısın önemli işlerde tedbir alan akıllı insanların metodundan haberi yoktur. İnsanlar, işlerinde her zaman böyle yollara başvurular. MANSUR, 6. İMAM (A.S)’IN VASİSİ OLUYOR Şii tarihçilerinin hepsi şöyle yazıyorlar: Şiilerin 6. İmamı İmam Cafer b. Muhammed vefatı esnasında 4. kişiyi kendisine vasiy olarak seçti. Birincisi zamanın halifesi Mansur, ikincisi halifenin veziri Rabi’, üçüncüsü hanım Hamide Berberi, dördüncüsü ise oğlu İmam Musa Kazım (a.s) dır. Bu dördüne bütün mal ve vakıflarından tasarruf etme hakkı verdi. Öteki çocuklarının vasilik iddiasında bulunacağını bildiği için vasiyetinde onlardan onların ismini vasiyetinde zikretmiş olsaydı söz konusu bu durum onların iddialarını güçlendirecekti. Eğer İmam Musa Kazım (a.s) fazilet, kemal, zühd ve rehberlikte meşhur olmayıp, İmam Mehdi (a.s) gibi tanınmamış olsaydı şüphesiz ki İmam Cafer-i Sadık (a.s) onun adını vasilerinin içinde getirmezdi. İmam Cafer-i Sadık (a.s)’ın vasiyeti bu şekilde etmesi, gerçek vasi ve halifesi olan İmam Musay-ı Kazım (a.s)’ı korumak, Mansur’un hususiyetinden uzak tutmak içindi. Bu olay, İmam Hasan Askeri (a.s)’ın İmam Mehdi (a.s)’ı zamanın rejiminin zararlarından korumak için gizlemesi gerektiğini başka bir delildir. DÖRÜNÜCÜ ELEŞTİRİ VE CEVABI Eleştirmen 4. eleştirisinde şöyle diyor: İmam Hasan Askeri (a.s) oğlunu duyduğu endişeden dolayı gizlemişi kimseye Onun doğumunu ve yaşamını bildirmemişse, öyleyse bunu kendisinden önceki İmamlar (a.s)’ın da yapması gerekirdi. Çünkü önceki İmamlar (a.s) kendi zamanlarındaki halifeler tarafından daha çok baskı altında olup, tehdit ediliyorlardı. Halifelerin İmamlar (a.s) ve Şiilere karşı davranış daha şiddetli idi. Ama İmam Hasan Askeri (a.s) ve oğlunun zamanında Şiiler daha çok ve daha zengindiler; dolayısıyla endişelenmesine gerek yoktu. Bu eleştiri de çok temelsiz bir eleştiridir. İmam Askeri (a.s)’ın oğlunun doğumunu ve yaşadığını gizlemesi ve Şiilere bile Onun adını söylememesi hatta işaret edilmesine dahi izin vermemesinin sebebi şudur. Halifeler önceki İmamların (a.s) saltanat işlerine karışmadıklarını ve onların aleyhine silahlı kıyamlara izin vermediklerini biliyorlardı. İmamlar Şialara takiyye etmelerini tavsiye ediyorlardı. İmamları kendi yakınlarından bazıları silahlı mücadele etmek istediklerinde bunu şiddetle kınıyor ve bir kaç şart gerçekleşmeden silahlı mücadelenin yapılmayacağını söylüyorlardı. Bu olaylar şunlardı: 1) Öğle vakti güneşin durması 2) Gökten özel bir şahsın adının işitilmesi 3) Beyda’da bir ordunun toprağa gömülmesi Bu olaylar gerçekleştiği zaman son hak rehber zalim ve batıl devletleri yok etmek için silahlı mücadelesini başlatacaktır. Bu yüzden o zamanın halifeleri imamlar (a.s)’ın varlığına ve onları tebliğ edenlere çok ehemmiyet vermezlerdi. Ayrıca silahlı kıyamlara yeltenen veya silahlı kıyamlara olumlu cevap veren Şii çok azdı. Ama İmam Hasan Askeri (a.s)’ın vefatından sonra artık İmamların (a.s) sessizlik dönemi bitiyor ve silahlı kıyamı başlatacak bu işi kesinlikle yapacak imam (a.s)’ın dönemi başlıyordu. Bu durum, Onun (a.s) yakalanıp şehit edilmesi sebebini şiddetlendiriyordu. İmam Mehdi (a.s)’ın dönemindeki halifeler, eğer Onu öldürürlerse önemli ve tehlikeli bir kıyamı yok edeceklerdi.[3] BEŞİNCİ ELEŞTİRİ VE CEVABI Eleştirmen şöyle diyor: İmam Mehdi (a.s)ın doğumundan bu güne kadar uzun bir süre geçmesine rağmen kimse O’nu görmemiş, yakınlarından da hiç Onun nerede olduğu hususunda bilgisi yok. Bu durum normalin dışında olan bir şeydir. Çünkü bir insan, düşmanın korkusundan veya başka bir sebepten dolayı gizleniyorsa, onun gizlenme süresi genellikle 20 yıldan öteye geçmez. Sonunda gizlendiği yerin neresi olduğu bilinir. Hatta gizli oluğu bu süre içinde yakınları ve güvendiği dostları onu görmeye gider, onun durumundan haberdar olurlar. Bu eleştiride bir kaç yönden reddedilmiştir: 1) Şiilerden güvenilir bir grup İmam Hasan Askeri (a.s)’ın sırdaşı olup, Onunla Şiilerin arasında vasıta idiler. Onları, İmam Mehdi (a.s)’la görüşüp, Ondan çeşitli hüküm ve meseleler nakletmişlerdir. Şiilerden aldıkları malları İmam (a.s)’a teslim ediyorlardı. Osman b. Saide Amri, onun oğlu Muhammed b. Osman bu güvenilir vasıtalardandır. Yine “Beni Said” ve “Beni Mehziyar” Ahvazda, “Ben-il Rukuli” Kufede, “Ben-i Nevbaht” Bağdatta ve bazılarıda Kum, Kazvin v.s. bölgelerdeki vasıtalardandırlar. Onların hepsi İmamiyye ve Zeydiye’nin içinde meşhur olup, Ehl-i Sünnetin çoğunluğu tarafından da tanınmaktadırlar. Onlar akıllı, emin, düşünen, bilgin ve Şiilerin ve Şii olmayanların itimat ettiği insanlardı. Hatta halifeler bile onlara saygı gösterirlerdi. Çünkü Onlar faziletli ve adildiler. Öyle ki halife düşmanların onlara ettiği ittihamlara asla itina etmezdi. Onlar hassas olan siyasi inanç ve görüşleri beyan etmezlerdi. Düşmanın eline bahane verecek hiç bir söz söylemezlerdi. 2) Daha Mehdi (a.s) dünyaya gelmeden yıllar önce peygamber (s.a.a) ve İmamlar (a.s), Onun kıyam etmeden önce biri küçük biri de büyük olmak üzere iki ğaybetinin olacağını olacağını haber vermişlerdi. Büyük gaybeti çok uzun olacaktır. Ğaybet-i Suğra (küçük ğaybet)da özel dostları Onun haberlerini yerini başkalarına söyleyeceklerdir. Ğaybet-i Kubra (büyük ğaybet) da ise mü’min ve takvalı insanların dışında kimse Onun yerini bilmeyecek, Ondan haber alamayacaktır. Bu konudaki hadisler, İmam Askeri babası ve ceddi (a.s) daha dünyaya gelmeden Şiilerin hadis kitaplarında nakledilmiştir. İki ğaybetin gerçekleşmesi, bu hadislerin ve İmamiyye’nin inancının doğru olduğunu ortaya koymuştur. 3- Dini bir gereklilikten dolayı gözlere görünmeyen bir insanın hangi delile dayanarak mutlaka yakınları veya güvendiği dostları tarafından yerinin bilinmesi gerektiği iddia olunuyor? Birçok insan vardı ki gizlendikleri zaman kimsenin haberi olmadı. Bu gibi insanların bazılarını aşağıda örnek olarak getiriyoruz: A) Müslüman ve Müslüman olmayan tarihçilerin hepsi, semavi dinlerin takipçilerinden Hz. Musa (a.s)’dan çok önce gelen Hızır (a.s) adında bir peygamberin gözlerden saklandığını ve bu güne kadarda yaşadığını naklediyorlar. Kimse onun yerini keşfedememiş, onunla irtibatı olanlardan daha onun hakkında haber alamamıştır. Sadece Kur’an-ı Kerim onunla, Hz. Musa (a.s) arasında geçen bir olayı kısaca aktarmıştır. Bazı tarihçilerde, Onun takvali insanlardan bazılarına tanınmayan bir şekilde göründüğünü söylüyorlar. Halkın da bir kısmı şöyle diyor: Bazı takvalı insanlar onu görmüşlerdir, ama tanıyamamışlardır. Ondan ayrıldıktan sonra, O şahsın Hz. Hızır (a.s) olduğunu anlamışlardır. B) Kur’an, Hz. Musa (a.s)’ın Firavun rejiminin vatanından kaçıp gizlendiğini bu uzun süre içinde kimsenin Onun şahsından ve yerinden haberi olmadığını beyan ediyor. Ancak peygamberliğe seçildikten kavmini davet için Mısır’a geri döndü. C) Kur’an-ı Kerim, “Yusuf” suresinde Hz. Yusuf (a.s)’ın hikâyesini ve Onun kayboluşunu beyan etmektedir. Bu olay babası Hz. Yakup (a.s)’ın kayboluşunu beyan etmektedir. Bu olay babası Hz. Yakup (a.s)’ın peygamber olduğu ve kendisine vahiy nazil olduğu zaman gerçekleşmiştir. Kur’an Hz. Yusuf (a.s)’ın kayboluşunu, baba ve kardeşlerinin hiç bir şekilde ondan haberleri olmadığını kaybolduğu sırada Onun Mısırın padişahı olduğunu buyuruyor. Kardeşleri defalarca onu görmüş ondan eşya almış ve onunla sohbet etmelerine rağmen kaybolan kardeşleri olduğunu anlayamamışlardır. Hz. Yakup oğlu Hz. Yusuf için yıllarca ağladı. Bu ayrılık Hz. Yakup’un bekini büküp zayıflattı. Sonunda gözleri kör oldu. Neticede birbirlerine kavuştular. D) Hz. Yunus (a.s)’ın hikâyesi de şaşırta hikâyelerden biridir. Hz. Yunus (a.s) bir müddet kavmine tebliğ etti. Kavmi Onu dinlemiyor ve Onunla alay ediyorlardı. Sonra onların elinden firar etti. Onların arasından ayrıldığı süre içinde Allah’tan başka kimse onun yerini bilmedi. Çünkü Allah onu bir balığın karnında saklamıştı. Hz. Yunus burada uzun bir sürel kaldı. Daha sonra Onu balığın karınından çıkarıp, sahilde bir ağacın altına attı. Hz. Yunus (a.s) ağacı ve o yeri tanımıyordu. Bu şekilde kaybolmak normalin dışında olan bir şeydir. Ama bu olay Kur’an’da beyan edilmiş ve bütün semavi dinlerin takipçileri bunu tarih kitaplarında nakletmişlerdir. E) Bundan daha şaşırtıcı şey Ashabı Kehf’in hikâyesidir. Onların kavimlerinden ayrılıp, mağaraya gitmelerini Kur’an nakletmiştir. Kur’an bu hikâyeyi şöyle anlatıyor: Onlar, köpekleriyle beraber mağaraya gittiler. Köpekleri mağaranın ağzında başını ön ayaklarının üstüne koyup oturdu. Onlar 309 yıl mağarada kaldılar. Normal olarak uyuyan bir insan gibi o tarafa bu tarafa dönüyorlardı. Bu süre içinde güneşin onlara yansıması ve rüzgârın üstelerine esmesi bir zarar vermemiş ve salim kalmışlardır. Benden taleplerinde hiç bir zayıflık ve kokuşma olmamıştı. Sonra Allah-u Teâlâ onları uyandırdı. İçlerinden birini kendi zamanlarının geçerli olan parasıyla yiyecek alması için şehre gönderdiler. Kur’an’ın uydurduğu gibi bu süre içinde kimsenin onlardan haberi yoktu. Böyle bir olay normal olarak imkânsız bir şeydir. Ama eğer Kur’an’da açıkca gelmeseydi bu olayı maddecilerin inkâr ettiği gibi bizim muhaliflerimiz de mutlaka inkâr ederlerdi. F) Şaşırtıcı olaylardan bir başkası Uzeyr (veya başka bir rivayete göre Urmiya)in hikâyesidir.[4] Onun hikâyesi Kur’an’da ve öteki semavi kitaplarda gelmiştir. Yahudiler ve Hristiyanlar onun peygamber olduğuna inanıyorlar. Olayın özeti şöyledir: O bir şehirden geçiyordu. O şehirin yıkılıp, viraneye döndüğünü gördü. Kendi kendisine şöyle dedi: Allah, yıllar öncesinden ölen ve hiçbir eseri kalmayan insanları nasıl diriltmektedir? Allah onları nasıl dirilteceğini ispatlamak için onu 100 yıl ölü bırakmıştı. Sonra diriltti. Yanında getirdiği yiyecekleri bozulmamış eşeği de ilk otlar halinde öylece kalmıştı. Onlarda hiç değişiklik olmamıştı. Allah şöyle buyurdu: Yiyeceğine bak hiç bozulmamış. Ölü insanların bedenlerine de bak, onun zerrelerini topraktan çıkarıyor, bir birlerine ekliyor ve onlara et giydirerek ilk haline getiriyoruz. Uzeyr, ölülerin dirilme olayını görünce şöyle dedi: “Allah’ın gücünün her şeye yettiğini anladım.” Daha öncede söylediğimiz gibi bu hikâye Kur’an’da gelmiştir. Kitap ehli’de buna inanıp, onu nakletmişlerdir. Bu olayında normal şartlarla uyuşan hiçbir yanı yoktur. Bu yüzden maddeciler onu şiddetle inkâr etmişlerdir. Hâlbuki İmam Mehdi (a.s)’ın ğaybeti akla ve normale daha uygundur. Bu hikâyenin benzeri dinlerin tarihini anlatan kitaplarda çok nakledilmiştir. Tarih yazarları şöyle naklediyorlar: Fars padişahları ülkelerinin durumunu göz önüne alarak uzun zamanlar haklarından gizleniyorlardı ve bu ğaybet süresi içinde kimse onların yerini ve durumunu bilmemekteydi. Uzun bir süre sonra ülkelerine dönüyorlardı. Bu olayların benzeri Hind ve Rum padişahlarının içinde de vardı. Onlarda tarih kitaplarında nakledilmiştir. Bunların hepsi normalin dışında olan şeylerdir. Biz onları burada aktarmayacağız. Çünkü cahil eleştirici, bunları sırf normalin dışında olduğu için inkâr edecektir. Bu yüzden sadece Kur’an’daki hikâyeleri naklettik. Bu hikâyelerde kimsenin şüphesi yoktur. Çünkü Müslümanların hepsi onu Allah’ın bilip, doğruluğun da birlik etmişlerdir. ALTINCI ELEŞTİRİ VE CEVABI İmam Hasan Askeri (a.s)’ın oğlunun h.k. 260’lı yıllarda dünyaya gelmesi h.k. 1411 yılında olduğumuz bu yıla kadar yaşaması ve hiç bir şekilde zayıf yaşlı ve güçsüz olmaması imkânsız bir şeydir. Özellikle İmamiyye’nin iddiasına göre zuhur edeceği zaman tam bir genç, aklı kâmil ve güçlü olacaktır. Bu normalin dışında olan bir şeydir. Bu eleştiride öncekiler gibi zayıf bir eleştiridir. Çünkü iddia gerçi bu asırdaki insanların şartlarının aksinedir ama hiç bir şekilde geçmiş asırlardaki insanların şartlarının zıddına değildir. Şimdi gerçeğin iyi anlaşılabilmesi için ömürleri böylesine uzun olanları şahit olarak getireceğim: 1) Âlim ve tarihçilerin hepsi Hz. Âdem (a.s)’ın ömrünün yaklaşık 1000 yıl olduğunu söylüyorlar. Hâlbuki yaratıldığı günden, ta öldüğü güne kadar onda asla bir değişiklik olmamıştı. Çocukluk, gençlik, yaşlılık kudret ve ilmin azalıp çoğalması gibi insanlarda normal olan onda olmadı. Ölünceye kadar bir yaratılış ve surette idi. Çok acap olan bir başka nokta, onun öteki insanlar gibi yaratılışı bir anne ve babadan değildi. Allah-u Teâlâ, Onu topraktan yarattı. 2) Kur’an, Hz. Nuh (a.s)’ın 950 yıl, kavmini Allah’a tapmaya davet ettiğini açıkça buyurmaktadır. Ondan öncede uzun yılları yaşamıştı. Ama ne zayıflamış, ne yaşlanmış, ne güçsüzleşmiş ve nede aciz ve cahil olmuştur. Müslüman bilginler Hz. İbrahim (a.s)’dan öncesine kadar insanların yaşlanmadığını söylüyorlar. Bu konuyu maddeciler inkâr etmektedirler. Ama semavi dinlerin takipçileri bunun doğru olduğuna inanıyorlar. 3) Tarih Arap ve diğer milletlerin için de, birçok uzun ömürlü insanın yaşama savaşları konuşmaları ve şiirleriyle doludur kimsenin bundan şüphesi yoktur. İnsanların bir kısmının adını “el- izah fil- İmamet” adlı kitabımda getirdim. Onların hepsinin adını öğrenmek isteyenler tarih ve biyografi kitaplarına başvurabilir. Bu kitapları padişahların, emirlerin, bilginlerin vb. gibilerin kütüphanelerinde bulabilirsiniz. Burada onların hepsinin adını getirme imkânı olmadığından, sadece bir kaçının adını getireceğim. Onlardan biri “Lokman b. Aad” dır. Tarihçilerin nakline göre 3500 yıl yaşamıştır. Bazıları onun ömrünün 7 akbabanın ömrü kadar olduğunu söylüyorlar. Şöyle ki, o akbabalardan birini yoklayıp, dağlık bölgede saklayıp, büyütüyordu. O öldüğü zaman bir başkasını yoklayıp terbiye ediyor ve ölünceye kadar saklıyordu. Bu şekilde 7 tane akbabayı ömürlerinin sonuna kadar sakladı. Son akbaba “Lebed” idi. O en uzun yaşayan akbaba idi. Meşhur şair A’şa, Lokman’ın hakkında şöyle bir şiir yazmıştı: Kendin için yedi tane akbabayı eğittin, Biri gittiği zaman bir başkasını yakaladın O kadar çok yaşadı ki, benim akbabalarım ölmüyorlar dedi. Yaşayanların ömrü ebede kadar devam edecek mi? Ve son akbaba tüylerini dökmeye başlayınca dedi ki Öldün ve A’dın oğlunu öldürdün ve sen bunu bilmiyorsun. Uzun ömürlülerden bir başkası Rabi b. Za’b b. Vahab b. Buğeyz b. Malik b. Said b. Adiy b. Fezare’dir. O, 340 yıl yaşamıştır. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) de görmüştür. Şu şiir ona aittir. Kış geldiği zaman beni çok koruyun Çünkü kış yaşlı adam güçsüz ediyor. Ama kış gidip, gök sakinleştiği zaman İnce bir cübbe onun için yeterlidir Birisi 200 yıl yaşadığı zaman Onun bütün hoşnutluklarının sonu gelmiştir. Uzun ömürlü olanlardan bir diğeri Mustevğer b. Rabia Kaab dır. 333 yıl yaşamıştır. Bu şiiri ömrünün uzun olması hakkında yazmıştır. Şüphesiz ki çok yaşamaktan bıktım. Üç yüz yıl boyunca ömür ettim Yüz yıl daha ardından geldi. Buna ilave olarak ayların günleri ölçüsünde Yine yaşadım. Eksem b. Seyfi Esedi’de uzun ömürlülerdendir. O, 380 yıl yaşamıştır peygamber-i Ekrem (s.a.a) zamanında da yaşamış ve ona iman getirmiştir. Ama Resulullah (s.a.a) le görüşememiştir. Eksem den birçok tarihi hikâyeler özlü sözler ve hutbeler naklolmuştur. Bu şiir onundur: Birisi doksan yıl yaşasa ve yüz yıl, Eğer yaşamdan bıkmamışsa muhakkak ki o cahildir Şimdiye kadar iki yüzün yıl yaşadım Ama bana bir kaç gece gibi geldi. Sefi b. Riyah b. Eksem 276 yıl yaşayan bir başka uzun ömürlü insandır. Babası sabırlı diye meşhur olan Eksem’dir. Onun aklı ve fikri asla değişmedi. Mutlemiş Yeşkeri onun hakkında şu şiiri yazmıştır: Sabırlı için şimdiye kadar yere bastan vurulmadı, Ve insan bilmek için bir şey öğreniyor Zabire b. Said b. Saad b. Sehm b. Amr, 220 yıl yaşayan insanlardan bir diğeridir. Asla yaşlanmadı. İslam’ın doğuşuna şahit oldu, ama iman getirmedi. Ebu Hatem Rubasi, Utba’dan şöyle naklediyor: Zabire Sehmi, 220 yaşında ölmesine rağmen saçlar siyah dişleri ise sağlam kalmıştı. Amcasının oğlu, öldüğü zaman şöyle bir şiir yazmıştır: Zabire Sehmi Öldükten sonra kim ölümü tatmayacaktır Öyle bir halde öldü ki yaşlanmamıştı ve ölmesi beklenmiyordu. Öyleyse hazır olun, ölüm haber vermeden sizi gelip bulmasın Derid b. Samme Çeşmi, 200 yıl yaşayan uzun ömürlülerdendir. İslam’ın doğuşunu gördü ama Müslüman olmadı. Huneyn savaşında müşriklerin önde gelen komutanlarından idi. Orada Müslümanlar tarafından öldürüldü. Muhammed b. Utban b. Zalim b. Zubeydi adındaki şahıs 253 yıl yaşamıştır. Amr b. Hameme-i busi, 400 yıl yaşamıştır. Şu şiir o yazmıştır: O kadar çok yaşadım ki sanki ben, Yılan vurmuş gibi gecesi bitmeyen gibiyim. Ölüm henüz beni bulmamıştır. Oysa Geçti üzerimden o güzel ve baharlı yıllar. Üç asır geçirdim şimdiye kadar, Şu anda dördüncüsü de bitmek üzere. Hars b. Mezamiz Cerhemi uzun ömürlü olan insanlardandır. Aşağıdaki şiir ona aittir: Akabe-i Hacun’la Safa arasın hiçbir zaman Eksik olmadı kabilemizin içindeki sevfi sanki Geceleri yatmak aralıksız devam etti sanki Ama hayır, Mekkeliydik biz ve yıllar avare etti bizi ve avare etti bizi düşüncesiz ve hatalı cedlerimiz. Salman-i Farisi herkesin, hatta Müslüman olmayanların dahi kabul ettiği uzun ömürlülerdendir. Müslüman ve Müslüman olmayan âlimlerin çoğu onun Hz. İsa (a.s) dahi gördüğünü söylüyorlar. Resulullah (s.a.a) den sonra Ömer’in halifeliğinin ortalarına kadar yaşamına devam etmiştir. İranlı tarihçiler, İran’ın eski padişahların, ömürlerinin yukarıda adları geçenlerden daha uzun olduğunu söylüyorlar. Onlar şöyle yazıyorlar: “Ceşn Mehrgan, uzun ömürlü padişahlardan biridir. O 2500 yıl yaşamıştır.” Ben bu padişahların adını üç sebepten dolayı burada getirmedim: Arapların uzun ömürlü olanları farsların kinden daha çokur 2) Arapların uzun ömürlü olanları zamanımıza daha yakındılar. 3) Arap âlimleri, bu insanların (yani uzun ömürlü Arapların) yaşadığı konusunu kabul ediyorlar. Ama farslar, fars padişahlarının böylesine uzun ömürlü olup-olmadıkları konusunda ihtilafa düşmüşlerdir. Bazıları kabul ediyor bazıları ise reddediyorlar. Yukarıda adını saydığımız insanlar tarih kitaplarında adları geçen uzun ömürlü insanlardan bazılarıdır. İnsanların uzun ömürlü olmasının imkan konusunda kimsenin şüphesi yoktur. Böyle bir şeyin gerçekleştiği de kesindir. Uzun ömürlü insanların olamayacağını söyleyenler, sadece Allah’ı inkâr edenlerle bazı astronomlardır. Ama semavi dinlerin takipçilerin hepsi bunu kabul ediyorlar. YEDİNCİ ELEŞTİRİ VE CEVABI Eleştirmen şöyle diyor: İmamın toplumdaki rolü İslam’ın şeriatını ve ümmetin korumdetır. Eğer İmamiyye’nin dediği gibi imam gaybete çekilirse bütün ceza ve hükümlerin askıya alınması gerekir. Örneğin cihad ve buna benzer birçok hükmün emrini sadece imam verir, oda olmayınca bu emri verecek kimse kalmaz o zaman da artık ona ihtiyaç kalmayacaktır. Dolayısıyla böyle bir imamın varlığıyla yokluğu arasında fark söz konusu değildir. Bu eleştiri de bir kaç sebepten dolayı temelsizdir: 1) Hakka davet ve İslam’ı tebliğ etmek herhangi bir şahısla sınırlı değildir. Bu bütün Müslümanların vazifesidir. Acaba Şiiler şimdiye üstlenmemişler midir? İmamın şahsın bu işi üstlenmesine gerek yoktur. Peygamberlerin daveti de her zaman takipçilerinin ve müminlerin üzerine olmuştur. Davet bu yöntemle de olabilir. İmamlar (a.s)’ın tebliğ için uzaklara gitmelerine veya başkalarının onların yanına gelmelerine ihtiyaç yoktur. Ceza ve hükümlerin uygulanması ve düşmanlarla cihad etme konusuna gelince, bunlarda yine vakiller ve komutanların tarafından uygulanır. Bu işlerde hiç bir zaman İmamlar (a.s)la sınırlı değildir. Bu yüzden peygamberlerin zamanında da vekiller ve komutanlar ciddi bir şekilde bu işleri yapıyorlardı. Bu işleri mutlaka kendimiz yapacağız demiyorlardı. Şimdiye kadar anlattıklarımızdan şu anlaşılmaktadır: Şeriat ve İslam’ın kanunlarını korumak ve gerektiği şekilde tebliğ etmek için imamın varlığına ihtiyaç vardır. Eğer bu işleri üstlenecek birileri varsa İmam bu işi onlara bırakabilir veya kendisini gizleyebilir. Ama ümmetten hiç kimse bu işi yapmaz ve hepsi hak ve doğru yoldan sapsalar o zaman imamın gizli kalmaya hakkı yoktur. Aksine ortaya çıkmalı ve şahsen bu işleri üstlenmelidir. Bu konuun kendisi İmamın gerekli oluşunun felsefesini akli yönden teşkil ispat etmektedir. 2) Akli açıdan ümmetin hidayeti şeriat konularının ve emniyetin sağlanması için Allah’ın bir imam göndermesi farzdır. Eğer ümmet zulme başvurup imamı öldürme amacını güderse veya onun işlerine engel olmak isterse o zaman imam gayba çekilir ve ümmet içerisindeki işlerini durdurur. Buna sebep olan şeyde ümmetin bu tutumudur. Bunda ümmet suçludur. Doğacak her fesattan da yine ümmet sorumludur. Eğer Allah-u Teala’nın kendisi İmamı vefat ettirir yada onu görevlendirmezse bu karışıklığın sebebi olur. Bu durumda suçlu ve sebep Allah olacaktır. Ama Allah-u Teâlâ her türlü karışıklık ve fesattan münezzehtir. Öyleyse bu karışıklık ve fesadın asıl etkeni ümmetin kendisidir.[5] SEKİZİNCİ ELEŞTİRİ VE CEVABI Eleştirmen şöyle diyor: İmamiyye’nin gaib imam yani Hz. Mehdi (Aleyhisselam) hakkındaki iddiasının benzeri başka gruplarda da mevcuttur. Ama İmamiyye onları kabul etmemektedir. Örneğin subaiyye fırkası Hz. Ali (Aleyhisselam) hakkında şöyle diyor: Hz. Ali (Aleyhisselam) ölmedi, O gizli olarak yaşıyor. Başka bir fırka olan Kisaiyye şöyle diyor: Muhammed bin Hanefiyye ölmemiştir. O insanlardan gizli olarak normal yaşamını sürdürmektedir uygun bir zamanda zuhur edecektir. Navusiye fırkasının ise şöyle bir iddiası vardır. Cafer bin Muhammed hayattadır. Belirli bir zamanda zuhur edip silahlı bir kıyam edecektir. İsmailiye fırkası İsmail bin Cafer bin Muhammed’in asıl Mehdinin O olduğunu ve bir gün ortaya çıkıp kıyam edeceğini iddia etmektedir. İsmailiye fırkasına mensup bir takım insanlarda şöyle demektedir: Muhmmed bin İsmail bin Cafer şu ona kadar yaşamaktadır. Zeydiyye fırkası dahi imamları hususunda aynı görüşü savunmaktadırlar. Hatta şahi denilen yer de atından düşüp ölen Yahya bin Ömer hakkında da bu iddiayı yapmaktadırlar. İmamiyye bütün fırkaların görüşlerini reddederek hepsini batıl olarak kabul etmektedir. Öyleyse İmamiyye’nin Hz. Mehdi (a.s) konusundaki iddiası da batıldır. Çünkü bütün bu gurupların iddialarını batıl etmek için ortaya attığı deliller kendileri içinde geçerlidir. Dolayısıyla kendi inançları da batıl sayılmalıdır. CEVAP: Bu eleştiride yersiz ve temelsizdir. Çünkü bütün bu fırkaların gaybına inandığı kimselerin öldüğü kati ve aşikâr olan delillerle ispat olunmuştur. Söz konusu gaybetine inanılan bu insanların hepsi imamların soyundan gelmişlerdir ve bunlardan sonra gelen imamlar bunların öldüğüne şahit olmuşlardır. Ayrıca bu şahısların öldüğüne dair diğer tarihi kaynaklarda da mevcuttur. Bunlar kesin olarak yakine eriştirecek delillerdir ve şüpheye yer verecek hiç bir durum yoktur. Kesin olan ve vuku bulmasında asla şüphe edilmeyen işleri inkâr etmek akıl sahipleri batıl saymakta ve reddetmektedirler. Bu insanların öldüğünü gerek belgelemektedir. Ama İmam Mehdi (a.s) ölümüne dair hiç bir delil ve senet mevcut değildir. :Diğer fırkaların inandıkları şahıslar bu dünyadan göçüp gitmişlerdir. Ama imam Mehdi (a.s) bu dünyada yaşamına devam etmektedir. Diğer fırkaların iddiaları tarihi belgelerden yoksun ve hissi bir özellik taşımaktadır. Ama İmamiye’nin görüşü bunun tam aksinedir. Çünkü bütün tarihler İmam Mehdi (a.s) varlığını ve yaydığını inkâr etmemektedir. Dolayısıyla diğer fırkalarla İmamiyye’yi Mukayese etmek akıl karı bir iş değildir ve yapılan bu eleştiri de delilsiz ve burhansız olup hakikati tahrif etmekten öte bir şey değiştir. Ayrıca İmamiyye bu iddiaları gaybet müddetinin uzunluğundan veya bu gibi gaybetlerin mümkün olamayacağından dolayı reddetmemektedir ki kendi inancıda batıl olmuş olan İmamiyye bunların öldürüldüğüne ve öldüğüne dair kesin deliller getirmektedir. Bunların ölümünde hiç bir ilim, his ve vicdan şüphe etmemektedir. Nitekim onların bazılarının imameti, İmamiyye’nin inandığı usule göre ispata ermemiş bazılarının da imam olduğunu hususunda hiç bir tarihi belge, rivayet ve hadis bulunamamıştır. Onların bazılarının imam olmayışı kesindir. Tarih kaynaklar buna şüpheye yer vermeyecek şekilde emindir. Dolayısıyla söz konusu bu kişilerin gaybeti hiçbir şeyi ne ispat ne de men edebilir. DOKUZUNCU ELEŞTİRİ VE CEVABI Eleştirmen şöyle diyor: İmamiyye Hz. Mehdi (a.s)’ın gaybeti konusunda aykırılık zıtlığa duçar olmuşlardır. Bir taraftan Allah’ın imam tayin edip, insanlık âlemine göndermesini farz biliyorlar. Çünkü toplumun genel maslahatının korumak ancak Allah tarafından gönderilen bir imamla mümkün olur. İmamın emir ve yasakları olmadan toplumda düzen sağlanamaz insanların; içtimai siyasi, iktisadi ve nizami gücünü dengede tutacak ve herkesin hakkını koruyacak kimse ancak Allah’ın gönderdiği bir imam mümkün olur. Öte yandan Allah’ın imama maslahat gördüğü zaman halkın gözünden kayıp olabileceği ve onlardan irtibatını kesebileceği iznini vermiştir. Bu iki görüşün birbiriyle çelişkiye düştüğü ve zıt olduğu aşikardır. Cevap: Bu eleştiride esassız ve batıldır. Çünkü bu eleştiriyi yapan kimselerin Allah’ın fiilerindeki maslahat ve mafsadalarının niteliği ve niceliği hususunda bilgilerinin olmadığı anlaşılıyor. Zira hekim ve âlim insanların hareketleri her zaman bir tartı ve ölçü üzerinde harici olaylar değiştiği zaman onların hareketleri ve taranışlarında değişebilir. Örneğin âlim ve hekim olan bir şahıs kendi çocuklarına, akrabalarına ve dostlarına iyi ahlak edep ve ilim öğretiyor daha sonra maddi imkanları ve onların ticaret yapabilmesi için gerekli olan şeyleri onların hizmetine sunuyor. Onlar bu sebeple hem maddi yönden hem de manevi yönden kimseye ihtiyaç duymazlar. Eğer bu kimseler halka karşı iyi ahlaklı edep ve ilim öğrenmede çaba harcarlarsa ve işlerinde dikkatli olarak çalışılırsa Hekim ve âlim olan bu şahıs maslahat gereği bu insanlara sunduğu imkânların devamını sağlar onların ahlak, ilim ve ticari yönde gelişmeleri için gerekli olan sebepleri hazırlar. Ama bunun aksine bu kimseler ilim, edep, ahlak ve marifet tahsil etmede kusur ederlerse kendi hizmetlerine sunulan maddi imkânlar iyi kullanmayıp iflas ederlerse uygunsuz davranışlarda bulunarak halkla olan irtibatlarını kırarlarsa tabii olarak bu hekim ve âlim şahıs onlara ilim ve edep öğretmekten sakınır ve sunduğu maddi imkânları geri çeker. Burada görüldüğü gibi hekim olan şahsın maslahata uygun olarak yaptığı birbirinin tam zıddı olan iki ayrı hareketi vardır. Bu iki davranış aynı şahıslar üzerinde uygulanıyor. Farklı olan yöntem her ikisi de yerli yerinde ve maslahata uygun olarak uygulanıyor ve tezatlık diye bir şey söz konusu değildir. Arif ve âlim olan insanlar Allah’ın tedbir ve hâkimane sünnetinin kullar arasında uygulanışının yukarıda verdiğimiz misal gibi olduğunu bilirler. Şöyle ki Allah kullarına akıl ve düşünme gücü vermiştir. İnsanlar akıl ve fikir gücüyle iyi ahlakı ve beğenilen yöntemleri derk ederler. Allah-u Teâlâ peygamberler ve semavi kitaplar vasıtasıyla insanların iyi ahlaklı ve hayırlı ameller yapmalarını emretmiştir. Bu emir insanların maslahatı için verilmiş bir emirdir. Çünkü insan ancak bu emirlere uymakla ebedi saadete ve kurtuluşa ulaşabilir. Dolayısıyla eğer insan Allah’ın verdiği bu aklı kullanarak onun emirlerine uyarsa Allah da gaybi yardımlarla onu destekler ve bu insana hak yolda ilerleyebilmesi için gerekli hazırlar. Ama eğer insan akıl ve mantığı kullanmaz ve Allah’ın emirlerine itaat etmez ise durumlar öncekine nazil eder. Bu iki iş muhtelif ve farklıdır maslahat bunu icap etmek olarak hiç bir tezatlık mevcut değildir. Allah inanları kendisine ve gönderdiği peygamberlere iman etmeye davet etmiştir. Şüphesiz Allah insanların maslahatına uygun olarak bu işi yapmıştır. Ama eğer insanın canı tehlikeye düşerse canını kurtarmak için Allah ve peygamberlerini inkâr ederse günaha mürtekip olmamıştır aksine yaptığı bu hareketle sevap kazanmıştır. Bu inkâr maslahat gereği yapılmıştır. Maslahat durumlara ve insanların yöntemlerinin değişmesiyle değişebilir. Allah kendisine iman getirilmesini emrediyor öte yandan mecburluk halinde inkâr etme izni veriyor. Bu iki emirde maslahata uygun olarak verilmiştir. Burada yöntem ya da vazifenin değiştirilmesi yani zalimlerin mecbur bırakmasıyla Allah’ı inkâr etmek âlim ve inkârcıların hak olduğunu göstermez. Belki onların yaptıkları bu zorlama çirkin bir harekettir ve cezalarını çekeceklerdir. Allah-u Teâlâ hac ve cihadı insanlara farz etmiş uygu olarak karar kılmıştır. Eğer insan kudrete erişirse ve hiç bir engelde söz konusu değilse muhakkak bu işleri yerine getirmelidir. Ama bu iki emri yerine getirmek için gerekli olan güce sahip değilse ve engelleyici etkenler ortada mevcutsa itaat etme gerekliliği ortadan kalkar çünkü maslahat bunu gerektirmektedir. Bu işe mani olanlarda akli, vicdani ve kanuni olarak cezalandırılıp azaba duçar olacaklardır. Şüphesiz Hz. Mehdi (a.s)ın gaybet ve zuhur meselesi de bu olaylar gibidir. Şöyle ki eğer kullar kendi imamına itaat eder gerekli olan vazifeyi yerine getirmede ve hak yolda ilerlemede ona yardımcı olurlarsa imam zuhur eder ve insanlar ona erişebilirler şüphesiz imam böyle bir durumda zuhur eder. Çünkü tedbir ve maslahat bunu iktiza etmektedir. Ama insanlar ona itaat etmeyip hak ve tekâmül yolunda yardımda bulunmazlarsa imamın insanların erişemeyeceği ve göremeyeceği bir ortama yani gaybete çekilmesi doğal bir olaydır. İmamın gaybeti çekilmesi ziyan ve zarardır. Bunun sorumluluğunda onun gaybete çekilmesine sebep olanlar taşımaktadır. Buna sebep olan kimseler mantıksal olarak lanete layıktırlar. İmamın gözlerden kaybolması bu yöndedir. Ona yardım edecek bir kimse kalmaz ise oda yardım edecek birileri gelinceye dek gizliliğini devam ettirecektir. Ayrıca bu eleştiriyi İmamiyye’ye yapan kimselerin çoğu Mutezilem Marcie Zeydiyye ve Ceriyye fırkasındadır. Onların yaptıkları bu eleştiri kendileri içinde geçerlidir. Çünkü bunların imamet konusunda iki nazariyesi vardır. Onlardan bir kısmı örneğin Bağdat daki Mutezile fırkası ve Marcielerin çoğu imamın varlığını ve tayin edilmesini hem akli hem de İslami yönden vacip biliyorlar. Başka bir kısmı örneğin Zeydiyyeler, Basralı Mutezileler ve Cebriyye fırkasından bir kısmı imamın varlığını ve tayin edilmesi gerektiğini fakat şer-i olarak vacip biliyorlar. Her iki kısımda İmamiyye ile bir yönden muhalif durumundadırlar. Şöyle ki İmamiyye imamın yani Hz. Mehdi (a.s) gerekliliğinin delillerinden birisinin de Hz. Peygamber olduğunu inancındadırlar. Çünkü Hz. Peygamber imamı ismiyle ve bütün yönleriyle bize bildirmiştir. Ama diğer gruplar şöyle diyorlar: Eğer Hz. Peygamber imamı ismiyle ve özellikleriyle bildirmesine dahi iki delilden birisi ya akli ya da şeri onu belirlemeye yeterlidir. Yani ya halk onu belirler ya da onun kendisi kıyam ederek ortaya çıkar ve imam olduğunu ilan eder. Hz. Peygamberin (s.a.a) onu ismiyle ve özellikleriyle bildirmesi şart değildir. Zira zikredilen bu fırka ve guruplar şöyle diyorlar. Halk vasıtasıyla imamı tayin etmek fakat kulların maslahatına ve İslam ümmetinin yararınadır. Bağdat Mutezileleri şöyle diyorlar: En iyi ve doğrusu imamın tayin olunmasıdır. Çünkü imam kulların dünya ve ahiret maslahatlarını korumaktadır. Bütün bu gruplar açıkça şöyle itiraf ediyorlar; Eğer zalim ve mütecaviz insanlar imamı tayin etmeye mani olurlarsa bu durumda yapılacak en iyi iş imamı tayin eden kimselerin bu işten vazgeçmeleridir. İmamsız olarak dini ve insani vazifelerini yerine getirmeli ve her zaman takiyye yaparak yaşamına devam etmelidir. Görüldüğü gibi bu grupların akaidi ve iddiaları kendi yaptıkları eleştiriye maruz kalmıştır. İmamiyye’nin inancının tezatlık ve çelişkide olduğunu iddia ederlerken kendi inanç esaslarını kökten karalamış oldular. Bir taraftan imamın tayinin gerekliliğini öte yandan maslahat icabı bundan vazgeçilebileceğini iddia ediyorlar daha sonra kendilerini yıkan eleştiriyi İmamiyye’ye nisbet veriyorlar. Bilmiyorum dar görüşlü bu insanlar kendilerinden gaflet ederek neden bu gibi eleştirileri İmamiyye’ye yapıyorlar. ONUNCU ELEŞTİRİ VE CEVABI Eleştirmen şöyle diyor: Eğer imam gaybete çekilir, asarlar boyu zuhur etmezse bu süre içerisinde birçok nesiller imamı görmeden gelip gideceklerdir. Asırlar sonra imam zuhur ettiğinde de o zamanın insanları onu kabul etmeyeceklerdir. Çünkü onun imametine dair hiç bir delil ve ispat onlara göre mevcut değildir. Kendisi mucize göstererek ispat edebilmesi ancak peygamber olmasıyla mümkündür. Ama artık peygamber gelmeyeceği bütün İslam ümmetinin inandığı ortak noktasıdır. Ayrıca bir insanın peygamber olmadığı halde mucize etmesi İslam ümmetinin reddettiği konulardan birisidir. Çünkü İslam ümmeti mucizenin fakat peygambere ait olduğu ve peygamberden başkasının mucize yapamayacağı konusunda ittifak etmişlerdir. CEVAP: Bu eleştiride çürütülmüş ve reddedilmiştir. Çünkü sayısızca hadis ve rivayetler ve imamın isminin Mehdi olduğunu ve özelliklerini haber vermiştir. Ayrıca kıyamdan önceki alametler bildirilmiştir. Bu rivayetler hem Hz. Peygamberden hem de 12 imamdan naklolunmuştur. Mesela kıyamdan önceki alametlerden birisi Sufyani adında birinin yapacağı silahlı kıyam, bir diğeri deccal adında birinin ortaya çıkması ve sayısızca insanları katletmesi ve buna benzer birçok alametler bildirilmiştir. Hz. Hüseyin (a.s) evlatlarından birisinin evine de silahlı bir kıyamı başlatması ve halkı Hz. Mehdi (a.s)a davet etmesi daha sonra şehit edilmesi de zuhur alametlerinden birisidir. Büyük, Mücehhez ve donatılmış bir ordunun Beyda da (Mekke yakınlarında bir çöl ismi) toprağa gömülmesi ve bun benzer sayısızca alametler gerek, Şia gerekse Sünni kaynaklarında Hz. Peygamber nakledilmiştir. Bütün bu haberler günümüze kadar gelmiştir ve gelecek nesillere de muhakkak erişecektir. Bu hadiseler ve mucize olaylar Hz. Mehdi (a.s) imam olduğuna delalet etmektedir. Ayrıca alametlerin ortaya çıkması ve birtakım mucizelerin imam tarafından gerçekleştirilmesi onların peygamber olduğunu göstermez. Çünkü mucize sadece peygamberlik iddiasını doğrulamak için değildir. Belki mucize fakat iddia eden kimsenin doğruluğun ve dürüstlüğüne delalet eder. Bu iddia peygamberlik iddiası ya da başka bir iddia da olabilir. Eğer mucize sahibi peygamberlik iddiası yaparsa bu mucize onun peygamber olduğunu delildir. Mucize eden eğer imamlık iddiası ederse mucize onun imam olduğunu ispat eder ve eğer salih ve takvalı bir mümin mucize vasıtayla başka birini İslam’a davet ederse bu mucize o şahsın iddiasının ve davet ettiği şeyin hak olduğunu gösterir. Mucizenin fikri ve ameli olarak her türlü pislik ve günahlardan uzak olan kimseye ait olduğu doğrudur. Dolayısıyla bu şahıs peygamber, imam yada salih bir kul olabilir. Misal olarak Kur’an da gelmiş iki olayı aşağıda aktaracağım. 1) Allah-u Teâlâ her zaman Hz. Meryem’in rızkını göklerden gönderiyordu. Kur’an-ı Kerim şöyle buyuruyor: “Zekeriyya, Meryem’in yanına her gittiğinde onun yanında rızkının olduğunu görüyordu. O, Meryem’e şöyle dedi: “Bu yemekler kimin tarafından gelmektedir.” Meryem, bu rızk Allah tarafından gelmektedir dedi. Kim rızkını ondan istese o hesapsız olarak onun rızkını verir. Zekeriyya bu esnada dua etti: “Ey Allah’ın bana pak ve değerli evlatlar nasip eyle şüphesiz sen benim isteğimi duyansın.” Allah-u Teâlâ bu mucizeyi Hz. Meryem’e bağışlamıştı. Hz. Meryem peygamber değildi. Davece onun salihe kullarından birisiydi. 2) Kuran’ı Kerimin buyurduğuna göre Allah-u Teâlâ Hz. Musa’nın annesine vahyetmişti. Kuran’da şöyle buyruluyor: “Biz Musa’nın Annesine vahyedip dedik ki ona süt ver ve düşmanlardan korktuğun zaman onu denize at ve asla korkma ve hüzünlenme onu sana tekrar geri göndereceğiz ve şüphesiz onu peygamber yapacağız.” Allah’a Teâlâ açıkça Hz. Musa’nın annesine vahyettiğini buyurmaktadır. Eğer vahiy sadece peygamberlere mahsus bir mucize olsaydı Hz. Meryem’e peygamber olmamasına rağmen vahiy gelmesi doğru bir şey olmayacaktı. Dolayısıyla neden Allah-u Teâlâ Hz. Mehdi (a.s) a mucizeler bağışlamasın? Bu mucizelerle Hz. Mehdi (a.s) diğer yalancı Mehdilerden ayırmış olacak ve kimin gerçek Mehdi olduğu anlaşılacaktır. Onun iddiası bu mucizelerle doğrulanacak ve halk için bir delil olacaktır. Ben “el- Bihar minel Muciat” ve “el- İzah” kitabımda mucize konusunu genişçe yazdım. İsteyen bu kitaplara başvurabilir. Kendime vazife bildiğim bu eleştirilerin cevabını Allah’ın izniyle yazmaya çalıştım. Buradaki Hedefim hakkın ortaya çıkmasından başka bir şey değildi. Allah buna şahittir. Son ________________________________________ [1]- İslam fıkhında şöyle bir mesele vardır: Eğer birisi, başkasının karısıyla zina eder ve bu zinadan çocuk dünyaya gelirse, bu çocuk o zina eden kadının kocasına ait olacaktır. Zina eden erkek ve kadın ise taşlanarak öldürülmelidirler. Açıktır ki, İslam bu çocuğu ömrünün sonuna kadar koruyamaz. Bu yüzden zinakar kadının kocası, halkın yanında bu çocuğun zinadan dünyaya geldiğini söylemez. Aksine onun kendisine ait olduğunu gizleyecektir. [2]- Ahmed b. İbrahim şöyle diyor: H.K. 262 yılında İmam Cevad (a.s)’ın kızı ve İmam Hadi (a.s)’ın kız kardeşi “Hâkime” den her zamanen kendisine ait imamının kimler olduğunu sordum. O’da İmamların (a.s) hepsinin adını tek tek saydı. 12. İmam gelince şöyle dedi: “Onların 12. si “Hüccet-ubn-il Hasan b. Ali” dir.” Ona şöyle dedim: “O’nu şahsen kendin mi gördün, yoksa sana haber mi verildi?” O şöyle cevap verdi: “Hayır, Hasan b. Ali (a.s)’ın annesine yazdığı vasiyette okudun.” Dedim ki “Hasan’ın oğlu nerededir?” O da “Saklanmıştır” diye cevap verdi. Ben “Şiiler dini işlerinde kime başvursunlar” diye sorduğu da ise şöyle dedi: “Hasan b. Ali (İmam Askeri) (a.s)’ın annesine”. Dedim ki “Bir kadına vasiyet edene nasıl inanayım?” O da şöyle cevap verdi: “Hasan bu işte ceddi Hüseyin b. Ali gibi yapmıştır. Hüseyin’de Zeyneb’e vasiyet etmişti. Ama emirleri İmam Zeyn-ul Abidin veriyordu. Bu, İmam Zeyn-ul Abidin (a.s)2ın canını korumak için bir siyaset idi.” (Sefinet-ul Bihar, c.1, Hasan Maddesi, Bihar-ul Envar, c.22, s.99). [3]- Abbasi halifelerinin bu dönemde Şiilere ve İmam Askeri (a.s)’ın yakınlarına yaptıkları şiddetli baskılar hakkında acayip olayları. Örneğin, Allame Kuleyni “Kafi”de şöyle diyor: “Halifenin veziri Abdullah b. Süleyman, İmam Hasan Askeri (a.s)’ın vekillerinin hepsini yakalama kararı aldı. Halife şöyle dedi: “Bu iş için tanınmayan memurlarımızı, şüphelendiğimiz şahısların yanına gönderelim. Memurlarımız onlara, humus, zekât vereceğiz, desinler. Eğer bu humus ve zekâtları kabul ederlerse hemen yakalasınlar onları.” Öte yandan İmam (a.s) bütün vekillerine ikinci bir emre kadar hiç kimseden humus ve zekât almamalarını emretti. Vekillerde kimseden almadılar.” Yine “Kâfi” de şöyle naklediliyor: “İmam Mehdi (a.s) bütün Şiilere bundan böyle Kerbela’ya ve Kureyş kabristanlığına (Şiilerin çoğunun gömüldüğü kabristan) gitmemelerini emretti. Bunun hemen ardından, halife Kerbela ve Kureyş kabristanına gidenleri hemen tutuklama emrini verdi. (Usul-u Kâfi, Medi (a.s)’ın hali) İmam Mehdi (a.s)’ın özel naiplerinden biri olan Osman b. Sard, Abdullah b. Cafer Himyeri şöyle diyordu: “Onun ailesi zorluklar içindedir. Kimse onlara yardım etme cüretinde bulunmuyor, onların dostu olduklarını söyleyemiyorlar. “Bihar-ul Envar (Kumpani Baskısı), c.22, s.94”. [4]- Kur’an bu olaydan, “Yıkılan şehre uğrayan kimse” diye bahsediyor. Onun adının ne olduğuna dair ihtilaflar var. Bazıları onun “Uzeyr” bazıları da “Urumiya” olduğunu söylüyorlar. Her iki isim hadislerde gelmiştir. Bu hikâye hakkında başka ihtilaflarda vardır. Daha geniş bilgi için Bihar-ul Envar, c.5, Taberi, c.1 ve Bakara/259 ayetin tefsirine başvurunuz. [5]- Hacı Nasıruddin Tusi “İmamın gönderilmesi farzdır” konusunda şöyle buyuruyor: “İmamın varlığı, Allah’ın insanlara ettiği bir lütuftur. Onun toplumu yönetmesi insanlar için daha büyük bir lütuftur. Bu zaman İmam, toplumu idare etmiyorsa bunun sebebi bizleriz.” Allame Hilli, Şeyh Nasiruddin Tusi’nin bu sözünü şöyle açıklıyor: İmametin insan toplumu için iyiliğini ve faydasını bir kaç şeyde özetleyebiliriz: a) Allah- imamı açıkça göndermeli ve ona insanları sahih bir şekilde yönetme imkânı vermelidir. b) İmam da İmamet makamını kabul etmeli vazifesini yerine getirmeye hazır olmalıdır. İmam da bu vazifesini yerine getirmiştir. c) İnsanlar da İmama karşı vazifesini yerine getirmelidirler. Yani Onun emirlerine uymalı işleri etmede ona yardımcı olmalıdırlar. Ama insanlar bu vazifelerini yerine getirmemişlerdi. Sonuçta da Allah’ın lütfunun kendilerine şamil olmasına engel oldular. Ne Allah, ne de imam buna sebep olmamışlardır. (Keşf-ul Murad, s.285)