Ehl-i Beyt İmamları (a.s) ve İslami Vahdet

 

Allame M. Hüseyin FAZLULLAH

Geçen sayımızda ilk bölümünü yayınladığımız "Ehl-i Beyt (a.s) İmamları ve İslami Vahdet" konulu makalede genel bir girişten sonra Hz. Ali'nin (a.s), kendisinin mihver olduğu ihtilaflarda kendi hakkından geçici olarak vazgeçerek İslam'ın ve Müslümanların yüce maslahatını ön plana aldığını, bu hususta pratik tavırlar ortaya koyduğunu, ona göre; İslam'ın bekası, varlığını sürdürmesi, maslahatı ve gücünü korumasının başka her maslahatın üzerinde olduğunu kaydettik. Bu sayımızda aynı makalenin ikinci bölümünü yayınlıyoruz. İmam Ali (a.s) bazı hutbe ve konuşmalarında, dini ve siyasal mücadele meydanlarında kişisel kin ve gizli komplekslerin tahrik olmasıyla meydana gelen öfkelenme durumlarında aşırı yöntemlere başvurmaktan kaçınmayı öğütlemektedir. Küfretmek, lanetlemek ve avam edebiyatında sıkça rastlanan nefret duygularını açığa vurma yolları bu aşırı yöntemden olup İmam halkı küfretmekten şiddetle menetmekte, ihtiram ve muhabbete dayalı olmayan olumsuz sıfatların savaş ve mücadele meydanlarında etkili unsur olamayacağını, zafer ve galibiyetle bitecek bir sonuca götüremeyeceğini, tam aksine atmosferi daha da karmaşık bir duruma sokarak, rakibin mücadele azmini artıracağını, davaya siyasal boyut kazandıracağı yerde kişisel bir konuya dönüştüreceğini vurgulamaktadır. Çoğu defa bu yöntem karşılıklı küfürleşmelere, lanetleşmeye ve yüce hedeflere ulaşmaya herhangi bir yardımı dokunmayacak kelam cedelleşmelerini beraberinde getirecektir. Kur'an-ı Kerim, En'am suresinin 18. ayetinde şöyle buyuruyor: "Onların Allah'tan başka çağırıp dua ettikleri şeylere sövmeyin ki, sonra bilgisizlikle onlar da Allah'a söverler. İşte biz böylece her topluluğa, yaptıklarını süsleyip güzel gösterdik.." Müminlerin, kâfirlere sövmelerinin bu kadar önem kazandığı, kâfirlerin kutsal saydıkları değerlere sövmekten şiddetle menedildiği dikkate alınırsa, başkalarının mukaddesatını hafife almanın onları ilahi değerlere dil uzatma cüretinde bulunmaya sevk ettiği durumuyla karşılaşılır. Kâfirler konusunda meselenin ehemmiyeti ortadayken Müslümanların kendi aralarındaki meseleleri ilgilendiren hususlarda hangi boyutlarda dikkat etmeleri gerektiğini kavramak güç değildir. Müslümanlar kendi aralarında böyle davranırlarsa açıktır ki kutsal değerleri, sembolleri saygısızlığa uğrayacaktır. Bu ise İslam'ın maslahatı ve Allah'ın (c.c), ilişkilerimizi kardeşlik ve yakınlık esasına göre sürdürmemiz gereken mukaddes atmosferi oluşturmamıza dair emrine aykırılık teşkil eder. İmam Ali (a.s) Sıffın savaşında ordusundaki bir grubun Şamlılara kötü sözler sarf ettiklerini duyunca şöyle buyurdu: "Sizin sövgücüler olmanızdan hoşlanmam. Onlara, yaptıklarını anlatıp davranışlarını dile getirmeniz sövmenizden daha hayırlı ve yaptıkları günahtan pişman olup özür dilemeleri için daha etkili olur. Bu sözler yerine şöyle demeniz daha iyidir: "Allah'ım! Bizim ve onların kanının dökülmesini önle, bizimle onlar arasında barış ve dostluğun yerleşmesini sağla, onları bulundukları sapıklıktan kurtar, hak ve doğru yolu tanımayan onlara hakkı tanıt, düşmanlık ve sapıklıkta direnen onları bundan alıkoy." İmamın (a.s) sövüşle karışık yöntemleri reddeden sözlerinden çıkarılabilecek sonuçlardan biri şu ki: Beyanda başkalarına karşı saygısızlık, halk arasında olumsuz sonuçlar bırakır, hiçbir şekilde beklenilen sonuca varılmaz ve özellikle Müslümanların arasındaki ihtilafların çözümüne yardım etmez, hatta dostluk ve kardeşliğe ortam hazırlayacak uygun bir manevi atmosferin oluşturulmasına engel olur. İmam bu tavrıyla kendi yaranları ve genelde bütün Müslümanlara olumsuz davranışlarında ısrar etmekten kaçınmalarını öğütlemektedir. Çünkü savaş meydanındaki bu davranış biçimi gerçekçi olmayabilir ve bazen düşman hakkındaki görüşünü beyan etmek suretiyle kendi davranışını başkaları arasında tevil edebilir. Nitekim İmam Ali (a.s) halk karşısında kendi karşıt yaklaşımını anlatmada farklı bir yönteme başvurarak onların iç duygularına hitap etmeyi, Allah'a olan ilişkilerini söz konusu etmeyi öğütlemektedir. Müslümanlar eğer bazı konularda ihtilafa düşmüşse ve her grup bu durumu, öteki grubun inhirafı olarak algılıyorsa gruplardan her biri görüşünü kendi inançları çerçevesinde, doğru çizgiden sapmış gördüğü grubun davranış ve amellerini ilgili mevzuda ilmi delilleriyle beyan etmek, açıklamak, Müslüman insanın durumuna aykırı, uygunsuz gördüğü hususu söz konusu etmek hakkına sahiptir. Böylece halk, tarafların görüşlerini duyarak, irdeleyerek doğru olanı idrak etsin, tarafların savaş ve barış anındaki tavırları halka aydınlanmış olsun. Bu yöntem halkı kendi hür iradesiyle tavrını belirlemeye, şu veya bu mevzuda davranış ve yaklaşım biçimini seçmeye sevkeder. Bu yolla oluşacak atmosferde başkaları da aynı metotla bahislere teşebbüs eder ve gerekliğine inandığını savunmaya koyulur. İnsan mücadele alanlarında özellikle de kin, kızgınlık ve düşmanlığın artmaya yüz tuttuğu anlarda durumu şiddetlendirmekten kaçınmalı, İslam'ın ruhuna, özüne dönmeli, Allah'tan birbirine muhalif Müslüman grupların birbirine rahmet, merhamet ve barışçı duygularla yaklaşmalarını sağlamasını, ihtilafları en aza indirgemek ve ortadan kaldırmak için gerekli görüşme ve bahisleri başlatmalarına yardım etmesini istemelidir. Umut edilir böylece Allah Tebarek ve Teâlâ, Müslümanlar arasında barışı yerleştirir, küfür dünyasının amansız saldırıları karşısında İslam ve Müslümanların genel maslahatı doğrultusunda onların ortak inançlarını güçlendirir, yoldan sapanları hidayet eder, hakka ulaşmaları için hidayet yollarını gösterir ve böylece akıl ve mantığın hâkim olduğu ortamda hak tanınır, insanlar gerçekleri görerek başkalarının inançlarına yönelik haksızca saldırılardan, düşmanlıklardan vazgeçerler. Nitekim İmam Ali (a.s) kinin muhabbete, düşmanlığın kardeşliğe dönüşmesine ortam hazırlayacak konuşmalarının birinde şöyle buyuruyor: "Şer ve kötülüğü kendinden söküp atmak suretiyle onu başkalarından da uzaklaştır." Kalbini pak olmayan duygu ve düşüncelerden temizleyerek kendi iş ve teşebbüslerini hayır doğrultusunda düzenlemesini başaran kişi, karşı tarafta da etki-tepki yöntemiyle temiz duygu ve düşüncelerin yerleşmesine ortam hazırlayabilir. Mümin Müslümanın kişiliğinde açık ruhun oluşturulmasını vurgulayan ve kini kendinden uzaklaştırmayı öğütleyen İmam Ali (a.s) aynı zamanda Müslümanlar arasındaki ihtilafların unutulması, ihtilaflar konusunda gaflete düşülmesi taraftarı da değildir. Fitneye sebep olur, cedelleşmeyi körükler ve duyguları tahrik eder bahanesiyle ihtilafların görmezlikten gelinmesi doğru olmayıp Müslümanların kendi aralarındaki ihtilafa rağmen düşünceleri ve iç duyguları gizleyerek birbirlerine karşı görünüşte güzel geçinme yöntemi uygulamaları, gerçekte değil de sloganda vahdetçilik yapmaları toplumsal nifaka yol açacaktır. Ona göre; Müslümanlar akait, ahkâm, İslami görüş ve tavırlarında İslam ve hak karşısında ihlasa, samimiyete dayalı bir yaklaşım sergilemeli, hakikate ulaşma doğrultusunda aralarındaki ihtilafları, gündeme getirmeli, hikmet ve öğütle bahse oturmalı, ihtilafa düştükleri konuda Allah'a ve Peygamber'e müracaat ederek onların hakemliğine teslim olmalı, akidevi meseleleri kişisel duygulardan uzak bilimsel yöntemlerle araştırmalı, mücadeleyi grupsal ve hizipsel taassuptan çıkararak fikri ve akidevi zemine oturtmalıdır. Ve inşallah ihtilaf unsuru konular müşterek inanç ve düşüncelere dönüşür. İmam'ın (a.s) hutbeleri ve sözlerinde bu yönteme sıkça rastlanır. Hilafet konusunda konuşurken kendi haklılığını göstermek için çeşitli bilimsel ve mantıksal yöntemler ileri sürmekte her türlü gerginlik ve karışıklığa fırsat tanımadan halka gerçekleri açık bir dille beyan etmekte, onları meseleleri derinlemesine düşünmeye sevketmektedir. İmam Ali (a.s) Müslümanların düşünce ve inançlarında tabular oluşmasına herhangi bir şekilde açık kapı bırakmamak kaydıyla bütün şüpheli meseleleri aydınlığa kavuşturma yolunu seçmektedir. Düşünce ve inançla ilgili meseleleri boykot etme hakkına sahip olmadığımıza göre ilkeler genel olarak ve ayrıntılarıyla bahis ve münazara konusu edilmelidir. Böylece mevcut delilleri inceledikten sonra birisi isterse doğru yolu kabul ederek hidayete erer, isterse kabul etmeyerek dalalete düşer. İmam (a.s) bu tutumunu, hilafet meselesinin merhalelerini özetle gündeme getirdiği "Şıkşıkıyye" hutbesinde açıkça ortaya koyarak, hilafet meselesine bakış tarzını, kendi hakkının nasıl zayi edildiğini, mazlumun hakkını zalimden alma ilkesi ve Allah'ın âlimlerden bu konuda aldığı ahdi dikkate alarak sonunda hükumeti kabul etmeye ümmet tarafından mecbur bırakıldığını, açık seçik bir dille beyan etmektedir. Aynı meseleyi, O Hazretin Allah'a münacat ederken dualarında gündeme getirdiğini de görmekteyiz. Büyük meseleler karşısında sorumluluk üstlenmenin gerçekte kendisi istediği için değil, Allah tarafından kendisine yüklendiğini vurgulamak suretiyle halka meselenin şahsi değil, mektebi sorumluluktan kaynaklandığını hatırlatmakta ve halktan meselenin ehemmiyetini anlayarak Allah'ın rızasını dikkate almalarını istemektedir. Nehc-ül Belağa'da bu konuda şöyle kaydedilir: "Allah'ım! Sen bilirsin ki biz saltanata ulaşmak için savaşmadık, değersiz dünya malı elde etmek için değil, dinin kapatılmış yollarını açmak, alametlerini halka göstermek, fesada sürüklenmeye yüz tutmuş şehirleri ıslah etmek, zulme uğrayanları emniyete kavuşturmak ve unutulmuş ahkâmı icra etmek için mücadeleye koyulduk. Allah'ım! Bilirsin ki, ben hakka yönelen ve kabul edenlerin ilkiyim." (Nehc-ül Belağa, Dr. Suphi Salih nüshası, s.189.) İmam Ali'nin (a.s), sadece Nehc-ül Belağa'ya bakılsa bile, kendisiyle ilk üç halife arasındaki, aynı şekilde Cemel, Sıffin ve Nehrivan'daki muhaliflerin elebaşlarıyla olan ihtilaflarını beyan edip halkı aydınlatmaktan çekinmediği görülür. İmam'ın (a.s) bütün bu çevrelerle olan mücadelesi, akide çizgisinden doğan ihtilaflardan değil, İslam'ı himaye etmeye, Müslümanların dağılıp gruplara bölünmesini, karışıklıklara sebep olunmasını önlemeye yönelikti. Bunun içindir ki, ömrünün son günlerinde Hariciler meselesine değinerek onlarla savaşılmamasını öğütlüyordu. Çünkü onlarla olan savaşın onların inançlarından dolayı değil, onların mukaddesat ve muharremata tecavüz etmelerinden kaynaklanıyordu. Ona göre, hakkın peşindeyken hataya düşenlerle mutlaka münazara edilmelidir. Çünkü onlar hakkı kabullenmeye, ikna olmaya, hakka erişmeye temayüllüdürler; hâlbuki batıl peşindeyken ona ulaşanlar artık şüphesiz, tereddütsüz sapmışlardır, hakla karşılaştıklarında inatlarını ısrarla sürdürür, var güçleriyle hakka karşı durmaktan çekinmez, ciddi münazaralara yaklaşmazlar. Bunlar hile ve yanıltma yöntemine başvurur, kendi hedeflerine ulaşmak için hak ve batılı dikkate almaksızın gerekli fırsatları kollamaya koyulurlar. Hâlbuki Müslümanlar arası ihtilaflar söz konusu olunca bahis ve münazaranın mecra ve boyutları farklılık arzeder. İslam ve Müslümanların genel maslahatını, kader belirleyici meselelerini zedelemediği sürece ihtilafları gidermek doğrultusunda münazara ve tartışmanın ehli olanlar seviyesinde herhangi bir sakıncası yoktur ve bazen gereklidir de. İmam Ali'nin (a.s) hayatındaki bu değerli pratik yöntemi özetlersek O Hazret Müslümanların ve İslam'ın genel maslahatını her şeyin üzerinde görüyor, kader belirleyici hususlar ve zaman dilimlerinde kendini ilgilendiren meseleleri ikinci plana atıyordu. Ancak yine İslam'ın ve Müslümanların maslahatı için fikri bahisler ve ihtilaflı konuları gündeme getirmekten korkmazdı. Hilafet meselesindeki ihtilafta hakikatleri halka açıklamaktan, hakkın çiğnendiğini ve bu yüzden Müslümanların uğradığı ve uğrayacağı zararları beyan etmekten çekinmez, ancak İslam'ın maslahatını dikkate alarak birçok durumlarda tavrını açıklamak yerine susmayı tercih ederdi. Onun vahdet konusundaki tavrını şu sözü açık seçik bir şekilde ortaya koyar: "Müslümanların yüce menfaatleri karşısında teslim olun." Ümit edilir Müslümanlar bu sözü kendilerine şiar edinerek, kendi görüşlerinin haklılığına inandıkları halde, İslam ve Müslümanların menfaatlerini ön plana alır ve bu tavırlarıyla haklılığına inandıkları dosdoğru yoldan sapmış olmayacaklarının şuuruna varırlar. Ehl-i Beyt imamlarının (a.s) İslami vahdete verdikleri ehemmiyeti, masum imamların dördüncüsü Ali b. Hüseyin Zeyn-ül Abidin'in (a.s) hayatındaki tecrübelerde de müşahede ediyoruz. İmam Zeyn-ül Abidin'in (a.s) ümmetin en sıkıntılı, en hassas ve facialarla dolu bir dönemde yaşadığı, sayısız musibetlere maruz bırakıldığı dikkate alındığında İslami vahdet konusunda infiale, etkilenmeye yer vermediğini, İslam'ın genel maslahatlarını hiçbir durumda ikinci plana atmadığını görüyoruz. İmam Zeyn-ül Abidin hazretleri bilindiği üzere babası Hz. Hüseyin (a.s), kardeşleri ve Peygamber (s.a.a) hanedanının en seçkin simalarıyla birlikte Kerbela'da bulunmuş, o yürekleri parçalayan, insan vicdanı ve duygularını derin hüzün ve kedere boğan hadiselere, mazlumca şehadetlere bizzat şahit olmuş, Ehl-i Beyt kadın ve çocuklarının esaret kervanının şehir şehir, kasaba kasaba dolaştırılarak Şam'a götürülmesinde onlara eşlik etmiş ve ömrü boyunca zalim Emevi hükumetinin aralıksız baskısına maruz kalmış olmasına rağmen İslam'ın maslahatı söz konusu olduğu zaman her durumda göstermiş olduğu sabır, uzak görüşlülük, maneviyat ve pratik vahdet tecrübeleri bütün zamanlar için Müslümanlara örnek teşkil etmektedir. Varlıkları ilahi terbiyeyle yoğrulmuş masum imamların her birinin hayatı benzeri örneklerle doludur. Hâlbuki normal mantıkla değerlendirildiğinde bu tarihte benzeri olmayan facianın Emevi saltanatına karşı İmam üzerinde olumsuz etkiler bırakması, İmam'ın Emevilerle irtibatlı olarak ümmetin işlerine ilgisiz kalması düşünülebilir. Bu görüşe göre gasıp ve zalim Emevi hükümdarlarının tahakkümü altında bulunan Müslümanların gayri Müslimlere karşı zafer ve yenilgileri karşısında kayıtsız kalması ve hatta Emevilere olan nefreti sebebiyle onların idare-sindeki her işi kökten reddetmesi, işlerin sonucuna bakmadan olumsuz tavır takınması gerekirdi. Çünkü aynı konumdaki çoğu seçkin insanlar bile içinde bulundukları şartlardan etkilenerek olumlu sonuçları da olumsuzmuş gibi yorumlarlar. Muhammedi İslam adına olmasa da Müslümanlar tarafından müşrikler karşısında kaydedilen zaferleri münharif çizginin ilerlemesi, Emevi sultasının zaferi şeklinde algılamak ister; aynı savaşlarda Müslümanların yenilgisini Emevi despotizminin zayıflamasına bir faktör olarak görürler. Hâlbuki İmam Zeyn-ül Abidin'in (a.s) bu konuda ortaya koyduğu pratik tavrı farklıdır. O Müslümanların hayatında şer'i hilafeti gasp eden Emevilerin, aynı zamanda ümmetin hareket çizgisini fiilen ellerinde bulundurduklarını, İslam adına tahakküm ettiklerini, kâfirlerin Müslümanlara yönelik emellerine karşı durduklarını, kâfirlerin planlarının ise Emevilerin Müslüman ümmete tahakkümünün meşru olup olmadığına bakmaksızın İslam'ın özünü ortadan kaldırmaya yönelik olduğunu görüyor ve tavrını ona göre belirliyordu. Nitekim kâfirler, gayri meşru hükumete karşı sürdürdükleri muamele ve planları meşru İslam hükumetine karşı da sürdüreceklerdi. Her iki durumda da hedefleri Allah'ın dinine yöneliktir. Bunun içindir ki, İmam Zeyn-ül Abidin hazretleri o dönemde devam eden savaşı, gasıp-zalim sultanları dikkate almaksızın İslam-küfür, Müslümanlarla kâfirlerin savaşı telakki ediyor, zafer halinde olumlu sonuçların ve yenilgi durumunda olumsuz sonuçların, İslam'ın bir aile, bir bütün olarak Müslüman ümmetin kâr ve zarar hanesine kaydedileceği şeklinde algılıyordu. Çünkü o zamandaki şartlar, etkin faktörler, olaylar ve sonuçları ger-çekçi görüşe göre böyle davranmayı gerektiriyordu. Bu sebepledir ki, ülke sınırlarını koruyan askerleri düşündüğünde İslam topraklarının korunmasını en önemli mesele bildiğinden onları İslam'ın askerleri, hamileri olarak görüyor, İslam'ın korunması, güçlenmesi ve yayılmasındaki rollerinden ötürü onların selameti için her fırsatta dua ederdi. İmam'ın dua ve münacatlarının derlendiği "Sahife-i Seccadiye" adlı maruf kitapta "Humat-us Süğur" (Sınır Bekçileri) adlı uzunca dua bunun en açık örneğidir. (1) 1- Bu duanın giriş bölümü şöyledir: "Allahumme salli alâ Muhammedin ve Âlihi (Allah'ım, salat ve selamın Muhammede ve onun pâk Ehl-i Beyt'ine olsun) Allah'ım! İzzetin hakkı için Müslümanların sınırlarını kötülüklerden koru, kendi kuvvetin ve gücünle sınırları koruyan bekçileri kuvvetlendir, sağlamlaştır onları. Kendi bahşişinle ihsanlarını kemalleştir ve kendi kâmil ihsanınla armağanlarını artır onların. Allah'ın, salat ve selamı Muhammed'e ve onun pak Ehl-i Beyt'ine olsun. Sınırları koruyan askerlerin sayılarını artır, silahlarını takviye et ve işlerliğini artır, egemenlik sahalarını muhafaza et, hürmet ve saygınlıklarını artır, birliklerini yenilgiye uğramaktan koru, birlikleri arasında dostluk ve irtibatı güçlendir, işlerine düzen ve istikrar ver. Yiyecek ihtiyaçlarını tedarük ve aralıksız ulaştır onlara, silah ve mühimmat yapımında lütfunu, zafere ulaşmalarında yardımını esirgeme, sabırlı ve mukavim kıl onları, savaş tekniği ve çare yollarını bulup uygulamada kılavuzluk et onlara. Allah'ım, salat ve selamın Muhammed'e ve onun pak Ehl-i Beyt'i üzerine olsun. O sınır bekçilerini cahil oldukları şeylerde aydınlat, bilmedikleri şeyleri onlara öğret, görmedikleri, kestiremedikleri hususlarında basiretlerini artır. Allah'ım, salat ve selamın Muhammed'e ve onun pak Ehl-i Beyt'i üzerine olsun." İmam Zeyn-ül Abidin (a.s) Müslümanlardan böyle düşünmelerini, kâfirlerin planlarına karşı İslami vahdetin tahakkuku için fiilen hazırlıklı bulunabilmek yönünde vicdanlarını buna hazırlamalarını, güvenlik ve siyasal zorunluluk icap ettiği takdirde ortak hareket gerçekleştirmelerini istemektedir. İslam'ın özünü, birlik ve beraberliğe verdiği önemi kavrayan, Müslümanların meseleleriyle dertlenen, bu sıkıntılar karşısında vicdanı sızlayan Müslümanlar, mezhebi tutkuları ayrıntılarla ilgili mülahazaları bir yana bıraktıklarında İslami vahdet ve ittihat kendiliğinden biçimlenecek, düşünce planındaki teferruat farklılıkları unutulacak, temel ihtilaflar geçici olarak İslam ve Müslümanların genel maslahatları için arka plana atılacaktır. İmam Ali b. Hüseyin'in (a.s) bu yaklaşımından çıkarılacak ayrı bir sonuç şu ki: Müslüman halkın fikri ve akidevi ihtilaflarına haddinden fazla duyarlılık göstermek ve pratik hayatta gözlenen ortak hatalar üzerine parmak basmak, kimseyi istenen sonuca götürmeyecektir. Hâlbuki gerçekçi görüş açısından değerlendirildiğinde ümmet bütününün izzet ve haysiyeti tehlikeye girdiğinde yaygın olarak vicdanlarda oluşacak yargı mevcut kompleksleri aradan kaldıracak, hâkim muhalefet atmosferini dağıtacaktır. Çünkü mesele siyasal ve güvenlikle bağlantılı olduğundan uyanık vicdanlar durumun önemini kavramakta gecikmeden düşmanın amansız akımının artık ortada ihtilaf edecek konu bırakmaksızın her şeyi mahvedeceği idrakine varacaktır. Ümmeti dünyevi ve uhrevi işlerinde, sultacıların zulmüne ve dış düşmanların komplolarına karşı aydınlatmada genellikle dua yöntemini kullanan İmam hazretlerinin İslam sınırlarının bekçileriyle ilgili duasındaki derin mana ve mesajlardan çıkarılacak sonuçlardan biri de Müslümanların, kafirlerin muhtemel hücumlarına, savaşlarına hazırlıklı olabilmek için siyasal, ekonomik, askeri, akidevi ve manevi seferberlik düşüncesini aralarında güçlendirmeleri gerektiğidir. Bu seferberlik düşünce ve durumu, Müslümanlara aralarındaki vahdetin karşılarındaki asıl tehlikeye karşı güçlenmesi imkânı sağlayacağı gibi, Müslümanların zayıflaması, parçalanması ve ihtilaflarının günümüzde olduğu gibi galip güçlerce tahrik edilmesiyle sonuçlanacak yenilgiden korunmuş olacaklardır. İslam dünyasında hâlihazırda cereyan eden acı durum, müstekbir güçlerin Müslümanların öze dönüş hareketlerini durdurmak için radikalizm ve benzeri terimler kullanarak yıkıcı propagandalarını var güçleriyle sürdürmeleri, gerçekte Müslümanların güçlenmesine ve aralarında vahdet, dayanışma ve yardımlaşma oluşturmalarına ortam hazırlayacak inkılapçı diriliş hareketlerini karaladıklarını gördükçe insan Ehl-i Beyt imamlarının dördüncüsü İmam Zeyn-ül Abidin'in (a.s) maruz kaldığı onca zulme rağmen Emevi hükümdarlarının emrinde de olsalar, İslam'ın ve Müslümanların maslahatını dikkate alarak İslam ülkesinin sınırlarını koruyan askerler için niçin dua ettiğini daha iyi anlamaktadır.