İmamet Üzerine

Hasan YURTSEVEN

Ehl-i Beyt mektebinde imamet, itikadî esaslardan biri olup tevhit, nübüvvet ve mead inançları ile aynı derecede öneme sahiptir. Caferî inancında imamet makamı, nübüvvet makamının uzantısı ve tamamlayıcısı olarak kabul edilir. İmamet makamına sahip olan zatın, Peygamberin sahip olduğu ilâhî vahye muhatap olma dışında, Peygamberin taşıdığı bütün misyon ve sorumlulukları üzerine aldığına ve bu hususta gerekli icraatı yapmakla yetkili olduğuna inanılır. İmametin Tanımı Caferî mezhebine göre imamet, dinin korunması, açıklanması, icra edilmesi, liyakatli insanların manevî hidayete kavuşturulması ve İslâm yurdunun düşmanlara karşı muhafaza edilmesinde İslâm Peygamberine (s.a.a) halife olma makamıdır. Bir başka deyişle Caferî mezhebine göre imam, İslâm toplumunun bütün dini ve dünyevi işlerine rehberlik ve yol göstericilik yapması için, bizzat Allah ve Resulü tarafından tayin edilen kimsedir. İmamı Tanımanın Zarureti İslâm açısından imamı tanımak en başta gelen görevlerdendir. Bu hususta Hz. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Kim boynunda biat olmadan (başka bir hadiste ise -Kim zamanının imamını tanımadan-) ölürse, cahiliye ölümüyle ölmüştür.”[1] Bu hadis çeşitli tabirlerle ve güvenilir senetlerle Ehl-i Beyt ve Ehl-i Sünnet hadis kitaplarında yer almıştır. Hz. Peygamber (s.a.a)’e risalet verilmeden önceki dönemin cahiliye dönemi olarak adlandırıldığı dikkate alınırsa, cahiliye ölümünden kastedilen şeyin, iman etmeksizin, yani küfür üzerine olan bir ölüm olduğu gerçeği anlaşılmış olur. İmameti ve imamı tanımanın zarureti konusunda bu hadis aydınlatıcı özelliğe sahip olup, çok şeyler ifade etmektedir. İmamın Varlığına Olan İhtiyaç Resul-i Ekrem (s.a.a), yirmi üç yıl boyunca İslâmî düşüncenin kaynağı Kur’an’ı, vahiy vesilesi ile elde etti ve onu halka tebliğ etti. Fakat Kur’an’ın derin muhtevası ve kapsamlı içeriği tefsir ve açıklamayı gerektirmekteydi. Zira Kur’an İslâmî ilimlerin ve hükümlerin ayrıntılarını beyan etmemiş, konuların teferruatına inmemiştir. Örneğin, namaz kılmayı, zekât vermeyi ve hacca gitmeyi emretmiştir; fakat namazın rekât sayısı ve kılınış şekline, zekâtın miktarına ve hacla ilgili ibadet hükümlerine açıklık getirmemiştir. Kur’an’ın ayrıntı ve açıklama gerektiren her ayetine Allah’ın elçisi Hz. Resulullah (s.a.a) açıklık getirmiştir. Resul-i Ekrem (s.a.a) gayb âlemi ile irtibatlı olması, batını ilimlere ve Kur’an’ın hakikatlerine aşina olması dolaysıyla, ayetleri tefsir ediyor, ayetlerin sırlarını ve içeriğini açıklayarak sorunları çözüyordu. Fakat Peygamber (s.a.a) zamanında (daha sonraları ortaya çıkacak olan) çok sayıda sosyal, siyasal ve inançsal sorun ve ihtilâflar gündeme gelmemişti. Resulullah (s.a.a)’ın zamanında İslâm’a karşı cephe alıp, İslâm dinini kökten yok etmek için açıkça savaşan düşman, Resulullah (s.a.a)’ın vefatının ardından, İslâm toplumu ve rehberinin karşısına farklı bir tavır ve taktikle çıkmıştır. Allah Resulü’nden sonra vasisi Emir’ül-Müminin Ali (a.s), zahirde din kisvesine bürünmüş ve dış görünümü itibariyle İslâm’ı kabul etmiş görünen düşmanlarla karşı karşıya kalmıştır. İslâm toplumunun zayıf imanlı, çıkarcı ve basiretsiz fertlerini kendi safına çeken, dine karşı din zihniyeti ile savaşmayı amaçlayan bu akımın temsilcileri, iktidarı ele geçirir geçirmez, Kur‘ani hükümleri heva ve hevesleri ve de politik çıkarları doğrultusunda yorumlamak suretiyle İslâm âleminde sayısız ihtilâf ve hiziplerin ortaya çıkmasına yol açmışlardır. İşte bütün bunlar masum imamın varlığını zorunlu kılmaktadır. Masum imam, Resulullah (s.a.a)’in ebedî âleme irtihalinin ardından ortaya çıkan, sayısız meselelerde ilâhî hükümleri tıpkı Resulullah gibi dosdoğru açıklar, İslâm dini üzerinde tahrifat yapmak isteyenlerin tahriflerini önler ve onların kötü emellerini başarısız kılar. İmamın Özellikleri İlâhî İlim ve Masumiyet: İmamın varlığını zorunlu kılan deliller, onun sahip olması gerektiği sıfatların ispatı için de yeterlidir. İlk olarak Ehl-i Beyt mektebi, imamın ilâhî ahkâmın ve hakikatlerin tamamını kapsayan bir ilme sahip olduğuna ve ilâhî ahkâmın ve hakikatlerin ruhundan haberdar olduğuna inanmaktadır. Ehl-i Beyt mektebinin mantığı şudur ki, imamet makamında olan kimse; ilmini ve basiretini hakikatin berrak ve duru pınarından almalı ve gayb âlemi ile güçlü bir manevî irtibata sahip olmalı ki, varlık âleminin sırlarına vakıf olmak suretiyle insanların gerçek terbiye edicisi ve yol göstericisi olabilsin ve onları ilâhî hedefe, dünya ve ahiret saadetine kavuşturabilsin. Ehl-i Beyt mektebi, imamın masum olmasını, yani hatadan ve yanılgıdan münezzeh olmasını imametin temel şartlarından biri kabul etmektedir. Masum olmayan birinin, bu makama lâyık olmadığı görüşündedir. Kısacası, Ehl-i Beyt mektebinde ilâhî koruma ile her türlü noksanlık ve kötülükten münezzeh olan kimse imamet makamına lâyık kabul edilir. İmam masum olmalıdır, yani nefsinin ve heva hevesinin etkisi altında kalmamalı; günaha mürtekip olmamalı; şahsî işlerinde dahi, hata ve yanılgıdan korunmuş olmalıdır. Hz. İmam Rıza (a.s)'ın aşağıda nakledeceğimiz hadisi, Ehl-i Beyt mektebinin imamet anlayışını en güzel şekliyle ortaya koymaktadır. Abdulaziz bin Müslim diyor ki: "Hz. İmam Rıza (a.s) ile birlikte Merv şehrinde bulunuyorduk. Oraya girişimizin ilk günlerinde cuma günü camide toplandık, camide imamet konusundan bahsedilip, bu konuda insanların düştüğü derin ihtilâflardan söz edildi.” “Bu arada, ben efendime (İmam Rıza'ya) giderek, insanların bu konuda ne konuştuklarını haber verdim. Bunun üzerine, İmam (a.s) gülümsedi, sonra da şöyle buyurdu:” “Ey Abdulaziz bin Müslim, onlar cahil kalmış ve görüşlerinde aldatılmışlardır. Allah Teâlâ Peygamberi (s.a.a)'in ruhunu kabzetmeden önce, onun için dinini kâmil kıldı ve her şeyin açıklaması olan Kur'an'ı ona indirdi. Onda helâli, haramı, hududu ve insanların bütün ihtiyaç duydukları şeyleri kâmil olarak açıklayarak: ‘...Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık....’[2]buyurdu. Ömrünün sonlarında olan Haccet’ül-Veda'da ise: ‘...Bugün sizin için dininizi kâmil kıldım, nimetimi size tamamladım ve İslâm'ın sizin için din olmasına razı oldum....’[3] buyurdu. İşte imamet konusu, dinin tamamlanmasındandır.” “Hz. Resulullah (s.a.a) da dünyadan göçmeden önce, ümmetine dinin öğretilerini beyan buyurdu. Yollarını onlara açıkladı. Onları hak yolunun ortasında bıraktı. Hz. Ali (a.s)'ı onlara bir örnek ve imam olarak tayin edip, ümmetin muhtaç olduğu hiç bir konuyu açıklamadan gitmedi. Kim, Allah Teâlâ’nın dinini kâmil kılmadığını zannederse, Allah'ın kitabını reddetmiş olur, kim de Allah'ın kitabını reddederse, onu inkar etmiş olur.” “Acaba onlar, imametin değerini ve onun ümmet içerisindeki mevkiini biliyorlar mı ki, onu seçmek onlara ait olsun?” “İmamet makamı, insanların kendi akıllarıyla onu idrak etmelerinden, kendi düşünceleriyle ona ulaşabilmelerinden veya kendi seçenekleriyle bir imam tayin etmelerinden çok daha yüksek değere, büyük şana ve yüce mevkie sahiptir.” “Allah Azze ve Celle, Hz. İbrahim'i nübüvvet ve halillik makamına seçtikten sonra, onu; üçüncü bir makam olarak, imamet makamına tayin etti. Bir fazilet olarak onunla şereflendirdi ve onunla anısını yükselterek: ‘Ben seni insanlara imam kılıyorum’[4] buyurdu. Hz. Halil (a.s) ise, bunun sevincinden: ‘Benim zürriyetimden de.’ dedi. Allah Tebareke ve Teâlâ ise: ‘Ahdim zalimlere ulaşmaz.’ cevabını verdi. Böylece bu ayet-i kerime, kıyamet gününe kadar, bütün zalimlerin imametini batıl kılıp, bu makamı seçkin insanlara bıraktı.” “Sonra Allah Teâlâ, Hz. İbrahim'i yüceleyerek, seçkinlik ve taharet ehli kimseleri onun neslinde karar verdi ve şöyle buyurdu: ‘Ve biz ona İshak'ı ve Yakub'u bir hediye olarak bahşiş ettik ve hepsini salih insanlardan karar kıldık. Ve biz onları bizim emrimizle hidayet eden imamlar kıldık. Onlara hayır işler yapmalarını, doğrudan namaz kılmalarını ve zekât vermelerini vahyettik ve onlar bize ibadet edenlerdi.’[5] Böylece bu makam, onun zürriyetinde devam ede geldi. Asırdan asra, onu birbirlerinden miras alıp gidiyorlardı. Ta ki, Allah Celle ve A'la bu makamı, Hz. Nebiyy-i Ekrem (s.a.a)'e miras olarak ulaştırarak: ‘İbrahim’e en yakın olanlar; ona uyanlar, bu Nebi ve iman getiren kimselerdir ve Allah mü'minlerin velisidir.’[6] buyurdu.” “O hâlde imamet makamı Hz. Peygamber (s.a.a)'e özgü idi. O da Allah Teâlâ’nın emriyle, Allah Teâlâ’nın ona çizip farz kıldığı şekilde, onu Hz. İmam Ali (a.s)'a bıraktı ve sonra da Allah Teâlâ’nın: ‘Ve kendilerine ilim ve iman verilen kimseler, onlara derler ki: Allah'ın kitabında kıyamet gününe kadar bırakıldınız...’[7] kavli gereğince, Hz. İmam Ali (a.s)'ın kendilerine ilim ve iman verilen seçilmiş zürriyetine ait oldu. Dolayısıyla, kıyamet gününe kadar bu makam, yalnızca Hz. Ali (a.s)'ın evlâtlarında olacaktır. Çünkü Hz. Muhammed'den sonra artık bir peygamber yoktur. Öyleyse, bu cahiller onu nasıl seçebilirler?!” “İmamet, peygamberlerin makamı ve vasilerin mirasıdır.” “İmamet, Allah'ın ve Resul'ün hilafeti, Emir’ül-Mü'minin Ali'nin makamı, Hasan ve Hüseyin'in mirasıdır.” “İmamet, dinin yuları, Müslümanların düzeni, dünyanın ıslâhı ve müminlerin izzetidir.” “İmamet, İslâm'ın gelişen kökü ve yücelen dalıdır.” “İmamla namaz, zekât, oruç, hac ve cihat kâmil olur, ganimet ve sadakalar çoğalır, had (şer'î ceza) ve ahkâm uygulanır, hudut ve sınırlar korunur.” “İmam, Allah'ın helâlini helâl, haramını da haram kılar, şer'î cezaları uygular, Allah'ın dinini müdafaa eder, (halkı) hikmet, güzel öğüt ve üstün delillerle Allah'ın yoluna davet eder.” “İmam, gözlerin göremeyeceği ve ellerin ulaşamayacağı bir ufukta doğup, ışınlarını âleme saçan güneşe benzer.” “İmam, ışık saçan dolunay, parlak kandil, açık nur, karanlıklar ortasında hidayet yıldızı, şehirlerin ve çöllerin yol gösteren kılavuzu ve helak olmaktan kurtaran bir kurtarıcıdır.” “İmam, yüksek tepede yanan bir ateştir, ısınmak isteyene sıcaklık bahşeder. Tehlikeli yerlerde kılavuzdur, ondan ayrılan helak olur.” “İmam, yağmur yağdıran bulut, bol sağanak yağmur, ışık saçan güneş, kapsayıcı gölgesi olan gök, döşenmiş yer, bol-bol suyu olan pınar, selin bıraktığı göl ve yerin yeşerttiği yeşilliktir.” “İmam, yumuşak huylu arkadaş, şefkatli baba, ikiz kardeş, küçük yavrusuna iyilik yapan anne ve kara günlerde kulların sığınağıdır.” “İmam, Allah'ın, yeryüzündeki ve mahlûkatı arasındaki emini, kullarına hücceti ve şehirlerindeki halifesidir. (Halkı) Allah'a çağıran ve O'nun belirlediği sınırları savunandır.” “İmam, günahlardan tertemiz kılınan, ayıplardan arındırılmış olan, özelliği, ilim; nişanesi, hilim olan; dinin düzeni, Müslümanların izzeti, münafıkların öfkesi ve kâfirlerin yok edicisidir.” “İmam, zamanın yegânesidir. Hiçbir kimse onun makamına ulaşamaz, hiçbir âlim onun dengi olamaz. Onun bedeli, misli ve eşi bulunmaz. Bağışlayan Allah'ın fazlı ile talep ve kazanıma dayanmaksızın, bütün faziletleri taşır. Durum böyle iken, kim İmam'ı tanıyabilir veya özelliklerinin özüne ulaşabilir?” “Heyhat, heyhat! İmam'ın makamlarından veya faziletlerinden birini tarif etmekte akıllar yitmiş, zihinler şaşkınlığa düşmüş, beyinler hayran kalmış, hatipler aciz olmuş, şairler yorulmuş, edipler acze düşmüş, fasihler yorulup güçsüzleşmiş, bilginler susup kalmış, hepsi aczini itiraf etmiştir.” “Şu hâlde, onu bütünüyle anlatmak, olduğu gibi nitelemek nasıl mümkün olur? Kim, onun yerine geçebilir veya ona olan ihtiyacı giderebilir? Bu nasıl mümkün olur? Oysa İmam, yıldızlar gibi kendisine ulaşmak isteyenlerin elinden ve niteleyenlerin nitelemesinden uzaktır.” “Bunlar, bu makamın Resulullah sallallahu aleyhi ve alih'in Ehl-i Beyti'nden başkasında bulunacağını mı zannediyorlar?” “Andolsun, Allah'a, nefisleri onları aldatmış ve onları yanlış arzulara sevk etmiştir. Onlar, sarp ve kaygan olan yüksek bir yere çıkmak istemişler de, ayakları kayarak uçuruma yuvarlanmışlardır. Kendilerince bir imam seçmek istemişler, oysa imam seçmek nerede onların işi olabilir?” “İmam, cehaletten uzak âlim, hile yapmayan yönetici ve nübüvvet madeni olmalıdır.” “Nesebiyle ayıplanmamalı ve soy sop sahibi hiçbir kimse onunla boy ölçüşememelidir.” “Kureyş kabilesinden, Haşimî boyundan ve Peygamber ailesinden olmalı, şereflilere şeref vermelidir; Abdülmenaf neslinden gelmelidir.” “Coşkun ilme ve kâmil hilme sahip, işleri yürütebilen, siyaset bilen, riyasete lâyık, itaati farz olan, Allah'ın emrini ayakta tutan ve Allah'ın kullarının hayrını isteyen biri olmalıdır.” “Allah, peygamberleri ve onların vasilerini -Allah'ın salâtı onlara olsun- muvaffak eder, onları sebatlı kılar, başkalarına vermediği gizli ilim ve hikmetlerden onlara verir. İlimleri, zamanlarındaki bilginlerin ilminin üstünde olur.” “Allah Teâlâ buyurmuştur ki: ‘Hakka ulaştıran mı uyulmaya daha lâyıktır, yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidayete ulaşmayan mı? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?’ ” [8] “Yine Allah Teâlâ buyurmuştur ki: ‘Hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse şüphesiz ona çokça hayır verilmiştir. Bundan ancak akıl sahipleri ibret alır.’ ” [9] “Talut'un kıssasında da buyurmuştur ki: ‘...Şüphe yok ki, Allah onu, sizin içinizden seçkin kıldı ve onu bilgi ve vücutça sizden üstün yaptı. Allah, mülkünü dilediğine verir.’ ” [10] “Davut (a.s)'ın kıssasında da buyurmuştur ki: ‘Davut Calut'u öldürdü. Allah da ona mülk (saltanat) ve hikmet ihsan etti ve ona dilediğinden öğretti.’ ” [11] “Resulü'ne de buyurmuştur ki: ‘Allah, sana kitabı ve hikmeti indirdi. Sana bilmediğin şeyleri öğretti ve Allah'ın senin üzerindeki fazlı (lütuf ve ihsanı) pek büyüktür.’ ” [12] “Hz. Peygamber (s.a.a)'in Ehl-i Beyt'i, itreti ve soyundan olan İmamlar hakkında da buyurmuştur ki: ‘Yoksa onlar, Allah'ın kendi fazlından insanlara (Peygamber Ehl-i Beyt'ine) verdikleri şeyler için onlara haset mi ediyorlar? Doğrusu biz İbrahim'in soyuna kitap ve hikmet verdik ve onlara büyük bir mülk (saltanat) de ihsan ettik. Böylece onlardan kimi ona inandı, kimi de ona sırt çevirdi ve çılgın ateş olarak cehennem onlara yeter.’ ” [13] “Allah Azze ve Celle bir kulu, kullarının işini yönetmek için seçtiğinde bu iş için onun göğsünü genişletir, hikmet çeşmelerini kalbine yerleştirir, ona ilim ilham eder. Artık bundan sonra hiçbir sorunun cevabında aciz kalmaz, onda doğrudan şaşmaz. O, masumdur; daima ilâhî tevfik, sebat ve teyitten yararlanarak, hata, sürçme ve çirkinlikten emin olur. Allah bu özellikleri, kullarına üstün hücceti ve yaratıklarına şahidi olsun diye, ona tahsis kılar. Bu Allah'ın bir fazlıdır, dilediğine verir, Allah gerçekten büyük fazıl sahibidir.” “Acaba onların böyle birini tanımaya güçleri yeter mi ki, onu seçsinler? Veya onların seçtikleri kimseler, bu özellikleri taşıyabilir mi ki, onu öne geçirsinler?” “Andolsun Allah'ın Beyti'ne ki, onlar haktan çıkmışlar ve bilmiyorlarmışçasına Allah'ın Kitabı'nı sırtlarına atmışlardır. Oysa hidayet ve şifa Allah'ın Kitabı'ndadır. Onlar onu bırakıp, kendi heva ve heveslerine uymuşlardır. Allah da onları kınamış ve onları gazap ve helâkin beklediğini belirterek şöyle buyurmuştur: ‘Allah'tan bir hidayet olmaksızın, kendi heva ve heveslerine uyanlardan daha sapık kim olabilir? Allah zalim bir kavmi hidayet etmez.’ ” [14] “Yine şöyle buyurmuştur: ‘..Yazıklar olsun onlara, Allah onların amellerini saptırmıştır.’ ” [15] “Yine buyurmuştur: ‘Bu, Allah katında ve iman edenlerin nezdinde en büyük suçtur. İşte Allah her kibirli ve tuğyankâr kalbi böylece mühürler.’[16] Allah'ın salâtı ve bol selâmı Muhammed'e ve onun Ehl-i Beyt'ine olsun." [17] Kur’an Çerçevesinde İmamın Masumiyeti Her ne kadar İmam Rıza (a.s)’dan yukarıda naklettiğimiz hadis-i şerif, bu hususu bütün açıklığıyla fıtratı bozulmayan aklıselim sahiplerinin gözleri önüne açıkça sermiştir. Ancak yine de biz imamın masumiyeti meselesini Kur’an-ı Kerim ayetlerine sunup Kur’an’ın bu husustaki görüşüne kısaca bir göz atacağız. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: “Hani Rabbi İbrahim’i birtakım kelimelerle denemeden geçirmişti. O da bunları yerine getirmişti. (O zaman Allah İbrahim’e:) ‘Seni insanlara imam kılacağım.’ demişti. (İbrahim:) ‘Soyumdan da (imamlar yap ya Rabbi!)’ deyince, Allah: ‘Ahdim zalimlere ulaşmaz.’ buyurdu.”[18] İmamet makamında olan kimsenin masum olması gerektiği bu ayet-i kerimede açıkça göze çarpmaktadır. Bir kere yüce Allah (c.c) bu ayet-i kerimede imameti kendi ahdi olarak belirtmiş ve ardından İbrahim (a.s)’ın isteğini, “Ahdim (imamet) zalimlere ulaşmaz.” diye cevaplayarak imametin zalimlerin hakkı olamayacağını ortaya koymuştur. O hâlde zulmün Kur’an-ı Mecid’de hangi anlamlara geldiğine bakmamız gerekir. Kur’an’ın beyanatına göre zulüm üç kısma ayrılmaktadır: 1- Kulun Allah’a karşı yaptığı zulüm 2- İnsanın diğer insanlara yaptığı zulüm 3- İnsanın kendi nefsine yaptığı zulüm Hangi şekilde olursa olsun, kim yukarıdaki günahlardan birine ömründe bir kez de olsa mürtekip olursa, Kur’an’ın tanımına göre zalim sayılmaktadır. Allah (c.c) ise İbrahim (a.s)’a: “Ahdim (imamet makamı) zalimlere ulaşmaz.” buyurmuştur. O hâlde bu ayetten şu sonuca ulaşıyoruz: İmam ömrünün başından sonuna kadar her türlü hata ve yanılgıdan, ister inanç, isterse amel bakımından olsun masum (korunmuş) olmalıdır. Ayrıca bu ayeti kerimeden imamın fazileti konusunda aşağıdaki sonuçlar elde edilmektedir: 1- İmamet makamını elde edecek kimsede kişisel vasıflar bakımından yeterlilik ve batınî nuraniyet gereklidir. Herkes bu yüce makama ulaşamaz. 2- Hz. İbrahim (a.s)’in imameti, onun nübüvvet makamının dışında olup daha yüksek bir makamdı. Zira ayetteki hitap ve onun imamet makamına yüceltilmesi ömrünün sonlarında gerçekleşmiştir. Kuşkusuz İbrahim (a.s) o zaman nübüvvet makamına sahipti. Peygamber olduğu hâlde Allah tarafından çeşitli imtihanlara tabi tutulmuş, kişisel liyakatini ispatladıktan sonra kendisine imamet makamı bağışlanmıştır. Buradan anlaşılan şu ki: İbrahim (a.s)’ın imtihanlar sonucu elde ettiği imamet, sahip olduğu nübüvvet makamından daha yüksekti. 3- İmamet, ilâhî bir ahittir ki, imamı bizzat yüce Allah seçmektedir. İmamı tayin etmek halka ait bir vazife değildir. Halkın kendi istek ve tercihleri doğrultusunda bu makam için birini seçme yetkileri yoktur. 4- Hz. İbrahim (a.s) bu ayetteki hitaptan önce peygamberdi ve halkın hidayeti mesuliyetini taşımaktaydı. Nübüvvet makamına sahip olduğu dönemde Allah ona imameti vaad etti. Buradan anlaşılıyor ki, imamın hidayet etmesinin özel bir anlamı var ve resullerin hidayetinden farklı bir şeydir. ________________________________________ [1]- Usul-ü Kâfi, c.1, s.377; Bihar’ül-Envar, c.23, s.77, hadis: 4, 5, 66, 78; Kenz’ül-Ummal, c.1, s.103, hadis: 463-464; Müsned-i Ahmed, hadis: 16271, 5631; Sahih-i Müslim, hadis: 3441; Müsned-i Teyalisî, s.259; Nefehat’ül-Lâhut, s.13; Yenabî’ül-Mevedde, s.117; Mucem’ül-Kebir, c.10, s.350; Müstedrek’üs-Sahihayn, c.1, s.77; Hilyet’ül-Evliya, c.3, s.224; el-Küna ve’l-Esma, c.2, s.3; Sünen-i Beyhakî, c.8, s.156; Cami’ul-Usul, c.4, s.70; Şerh-i Sahih-i Müslim, Nevevî, c.12, s.440; Mecma’uz-Zevaid, Heysemî’nin, c.5, s.218, 219, 223, 225, 312; Tefsir-i İbn-i Kesir, c.1, s.517. [2]- En'âm Suresi: 38 [3]- Mâide Suresi: 3 [4]- Bakara Suresi: 124 [5]- Enbiyâ Suresi: 72 [6]- Âl-i İmrân Suresi: 68 [7]- Rum Suresi: 56 [8]- Yûnus Suresi: 35 [9]- Bakara Suresi: 269 [10]- Bakara Suresi: 247 [11]- Bakara Suresi: 251 [12]- Nisâ Suresi: 113 [13]- Nisâ Suresi: 53, 54 [14]- Kasas Suresi: 50 [15]- Muhammed Suresi: 8 [16]- Mü'min Suresi: 35 [17]- Usul-ü Kâfi, c.1, s.199 [18]- Bakara Suresi:124